6 Kasım 2009 Cuma

AŞİRET KAVRAMI VE SİYASAL NİTELİĞİ

Aşiret Kavramı:



“Aşiret” kavramı genellikle göçebe-hayvancı toplumların örgütlenme biçimi olarak ele alınmaktadır. Bu indirgemeci bakış açısının en belirgin özelliği, “aşiret tipi örgütlenmeyi modern devlete açılımı olan feodal örgütlenmeden geri, soy-temelli ve neredeyse bütün Orta Asya, Ön Asya, Afrika, yerli Amerika ve Okyanusya toplumları için ortak bir örgütlenme biçimi olarak görme eğilimidir. Bu indirgeme, batı antropolojisinin terminolojisine de yansır. Bütün bu geniş coğrafyada, bütün örgütlenme ve üretim çeşitliliği tek bir kavramın sınırları içerisine hapsedilir: tribe, yani literal Türkçe çevirisi ile “kabile”.” (Aydın 2004:9)


Aydın’a göre “Büyük insan ve/veya hayvan topluluklarını sevk ve idare etme bu topluluklara yetecek ve doyum sağlayacak şekilde toprağı kontrol etme gereği ve bu toprak üzerindeki iktisadi faaliyeti örgütleme faaliyeti, hem avcı toplayıcılardan hem de Afrikalı, Amerikalı, Okyanusyalı kabile toplumlarından farklı ve daha karmaşık bir örüntünün hayata geçirilmesini zorlamıştır.” (Aydın 2004:10)


Aydın’a göre; “Klasik antropoloji çalışmaları kandaşlık esasına dayanan, baba soyu izlenen ve genellikle en büyük ya da saygın erkeğin şef olduğu bir kabile tanımına ulaşır. Bu tanım genelleştirilir ve kabile, batı dışındaki bütün “geleneksel veya ilkel” toplumlara özgü ortak bir toplumsal örgütlenme modeli olarak tanımlanır.” Aydın’a göre, Morgan, Engels, Durkheim, Tönnies, Maine ve Weber’de hep bu oryantalist yaklaşım esastır. Buna karşılık kabileye nazaran “aşiret örgütlenmesinde aşiretin alt birimleri arasındaki kandaşlık ilişkisi genellikle evlilikler yoluyla kurulur ve bu geçici bir durumdur. Zira oluşan yeni koşullara bağlı olarak, aşiretin içindeki birimlerin başka gruplara katılmaları ya da başka gruplara mensup birimlerin aşirete katılmaları her zaman mümkündür. Bu nedenle kabile örgütlenmesinin esasını konik klan modeli oluştururken, aşiret modelinde hakim akrabalık ilişkisi dallanan (segmentary) soy sistemidir.” (Aydın 2004:10-1)


Sahlins; “kabilenin” bir tür evrim aşamasında bulunan özel bir topluluk türü olarak formule edilmesi gerektiğini söylemektedir. Bu evrim sürecinde kabileler (neolitik üretim teknikleri olan, eşitlikçi ve klan esaslı siyasi örgütlenmeleriyle) basit avcı topluluklarla daha karmaşık beylikler ve devletler arasında bir yerdedirler. (Akt. Tapper 2004:24) Bu önermeyi Tapper’da doğrulamaktadır. (Tapper 2004:24)


Evans-Pritchard; Sudan’daki Nuerlerle ilgili olarak yaptığı analizlerde, “kabileler topluluğunu, bölgelerinin sınırlarıyla ve iç anlaşmazlıkların çözümlenmesinde başvurulan yöntemlerle tanımlanan siyasi gruplar oluşturur” demektedir. (Akt. Tapper 2004:24)

Bununla beraber Tapper’a göre “kabileyi, kültür ve dil bağı bulunan “ilkel toplum” olarak kullanmak, sadece ölçek, karmaşıklık ve birliğin olmaması temelinden yola çıkılsa bile, “kabile” ya da “ilkel toplum” denilemeyecek olan Araplar, Berberiler, Türkler, Farslar, Kürtler, Peştular, Beluciler gibi önemli kültür-dil gruplaşmaları için uygun değildir.” (Tapper 2004:26)


Tapper; 250.000 kişilik Rwala kabilesi, İran’daki Bahtiyarî Lurları (500 bin nüfuslu) veya Afganistan’daki Durranî Peştuları (2 milyon nüfuslu) gibi Arap olmayan çok daha geniş grupların, aynı nedenlerle “kabile” olarak tanımlanmasından bahsetmektedir. (Tapper 2004:26)


““Kabile” kategorisi geleneksel olarak göçebelerle eş anlamlı hale gelmiş” olmasına karşın Tapper’a göre; “kabilelerde ne kırsallıkta bir üretim sistemi olarak ne de göçebelikte hareket halinde bir yaşam tarzı olarak, toprak ve kabile reisliği gibi siyasi terimlerle tanımlanan veya kültürel olarak ortak soydan gelme şeklinde açıklanan bir örgütlenme söz konusudur.” (Tapper 2004:28)


Tapper’a göre; “Ortadoğu’da ve Orta Asya’da kabilelerin mutlaka soy grupları olarak örgütlenmiş göçebe-çobanlar olduğu savında ısrar etmek çoğu zaman Anadolu, İran ve Afganistan’da yaşayan hem yerleşik eker-biçerleri (tarımcıları) hem de kırsal göçebeleri içinde barındıran bileşim olarak karmaşık ve farklı cinslerden oluşan başlıca kabile gruplarını yok saymak anlamına gelir. Bu nedenle, Afganistan’daki Peştuların çoğu çiftçi veya tüccardır. Bunlarda kırsallık veya göçebelik ya hiç yoktur veya çok azdır. İran’da yaşayan Kaşkay, Bahtiyari, Kürt, Beluci, Türkmen ve Şahseven gibi tanınmış gruplar en azından kısmen yerleşik hale gelmiş çiftçilerdir. Tapper’a göre bunların hiç biri kabile değildir ve ancak “beylikler” veya “ön-devletler” olarak tanımlanabilir. (Tapper 2004:29)


Tapper aşiret kavramının şöyle anlaşılmasını savunmaktadır. “Her zaman, analitik bir kavram olarak “kabile”nin en iyi anlatım biçiminin, bir düşünce biçimi, bir gerçekliğin inşası, bir eylem modeli, temelde merkezi devletin mevcut kurumlarına karşıt bir toplumsal örgütlenme tarzı olarak tanımlanması olduğunu savundum. Tam karşıtlığı olan bir terminoloji kıyaslamada yardımcı olabilir, fakat davranışı açıklaması veya yerel sınıflandırmaların ve anlayış biçimlerinin yeterince doğru çevrilmesini sağlaması olasılığı yoktur.” (Tapper 2004:31)




Aşiretlerin siyasal niteliği:



“Denetimleri altında tutmak iddiasında oldukları topraklarda yaşayanların tescil edilmeleri ve vergilendirilmelerini isteyen yerleşik devlet yönetimlerinin, gerek kabile halklarına, birbirleriyle ve şefleriyle olan bağlantıları açısından ve gerekse sık sık değişen yerleşim yerleri açısından takındıkları tavırlar geleneksel olarak duruma göre değişmiştir. İlk çağlardaki pek çok devlet göçebe-çoban kabilelerden alınmış onlarca, yüzlerce, binlerce askerin oluşturduğu örgütlenmiş askeri güçlere dayanarak kurulmuştur. Yöneticiler topraklarının stratejik bölgelerinde göçebe-çobanlığı teşvik etmiş ve zaman zaman fiilen kabileler, kabile örgütleri ve kabile şefleri yaratmışlardır.” (Tapper 2004: 29)


“Hükümetlerin görüş açısından, en özerk kırsal halk topluluğunun bile belirli ve tanımlanabilir bir örgüt modeli ve temsilcileri olarak kabul edilebilecek nderlerinin olması beklenmiştir. Böyle bir modeli veya önderi olmayanların ise, bir model oluşturmaları ve bir önder sahibi olmaları teşvik edilmiştir. Bazı kırsal ve göçebe halklar, bu tür önderler edinmeyerek veya tanınabilir “kabilesel” örgüt biçimleri oluşturmayarak hükümet kontrolü altına girmekten ve sömürülmekten, hatta tarihçilerin dikkatini çekmekten kaçınmıştır. Hükümetlerin yarattığı ve hatta adları kayıtlarda bu şekilde geçen kabileler, yalnızca kağıt üzerinde var olmuştur.” (Tapper 2004: 29-30)


Tapper; kabilelerin siyasi nitelikli mi yoksa kültürel nitelikli mi olduğu tartışmaları sürerken, kabilelerin ve kabile kültürünün gelecekte oynayacağı rol konusunda ulusal düzeyde yapılan siyasi tartışmaları da belirsizliğe itmesinden bahsetmektedir. (Tapper 2004: 27)


Ülkemizde de aşiretler hakkındaki siyasal tartışmalarda bu belirsizlik gözlemlenmektedir.

Bu konuda Özgen’in Türkiye’nin güneydoğusunda aşiret hakkında olan çalışmasını anmakta yarar vardır. Özgen; “Bizim” ismini verdiği yerleşim bölgesi hakkında yaptığı araştırmada şunları söylemektedir.


“Bizim’in tarihinde, devletten yana olup olmamayı, asiliği anlatan en önemli şifre “daği olmak”tır. Daği olmak, (dağlılık), üç ana dönemde üç farklı biçimde açıklanır: devlete karşı veya ondan tarafta olmanın stresinin ilk göstergeleri, Dekşuri veya Haverki olmaktır. Bununla “Dübendi” denilen, çeşitli alt aşiretleri toplayan iki konfederasyondan sözedilir: Haverkiler ve Dekşuriler. İlk dönemler için dağlılık, haverkan olmaktır.Bruinessen, Haverki aşiretinin 24 aşiretli-bazıları Süryani ve Yezidi de olan-büyük bir konfederasyon olduğundan bahseder. 1860’larda Haco Ağa’yla beliren bu siyasi-aşiri örgütlenme yani Haverki / Dekşuri ayrımı, 1950’li yıllara kadar süregelmiştir. (Bruinessen, Akt. Özgen 200?:7) Cumhuriyetin ilk yıllarında önceleri “Cumhuriyetten yana olup olmama”, sonra ‘İngiliz ve/ya Fransızlarla ittifak edip etmeme’yle, daha sonraları da ‘Dersim İsyanına iştirak ve Hoybun Örgütü’yle birlikte söylencelenerek beslenen bu çelişki; yani Dübendi denilen iki benden birisine ait olmak çelişkisi, azalarak da olsa zaman zaman belirmekte ve varlığını sürdürmektedir.” (Özgen 200?:7)


Özgen’e göre; “ikinci çatışma şifresi olan “göçebelik ve yerleşiklik” başka bir çatışma aksını anlatır: Koçer (göçebe) ya da Demanen (yerleşik) olmak, bir sosyal yapının neredeyse tüm özelliklerini belirleyen en önemli unsur ve en önemli çatışma noktası sayılmaktadır.” (Özgen 200?: 7)


Özgen’e göre “toprak mülkiyetine sahip olup olmama” ile dolayımlı olarak anlatılan dönemlerde “asi olmanın, karşı olmanın yani daği olmanın göstergesi, göçer aşiretten olmak, yerleşmeyi reddetmek yani koçerliktir.” (Özgen 200?: 7) Özgen’e göre; “son yirmi yılda ise dağilik bazen PKK’dan yana olmak, bazen devletten yana olmamak, bazen de devlete isyan için dağa çıkmak anlamına gelmektedir.” Hatta Özgen, “bunların hepsinin birbirinin yerine kullanılabilmesini”, ““dağa gitmek” metaforunun daha çok kullanılıp üretilmesini” yine bu durumun “Dahkak miti” gibi “gelenekler aracılığıyla desteklenmesi sebebiyle” dağilik metaforu ve bunun etrafında gelişen metonimlerin çözülmesinin önemine işaret etmektedir. (Özgen 200?: 7-8)


Özgen’e göre; “ilginç olan durum “dağa çıkma” “dağda”, “dağlılık vb.” metaforlarının çoğu devletin yereldeki temsilcileri kadar, merkezin retoriğinde de aynı anlamları ifade …” ediyor olmasıdır. “Öyle ki, daği olmanın hiçbir dönemde, bu dönemdeki kadar ortak bir kabulle metaforlaşmadığını söyleyebiliriz. Belki de ilk kez, devletin retoriği, ona karşıt olsun olmasın vatandaşının retoriğiyle aynılaşmıştır, aynı terim aynı yolla kavramlaştırılmıştır. Askeri ve militer bir kavram olarak dağ, hem devletin hem TSK’nın hem de isyan edenin dilinde “Kürt” ve “etnik” terimlerini “isyancı”yla eşleştirmiştir.” (Özgen 200?: 8)


Sonuç:


Özgen’in kavramlaştırmasının Tapper’ın kavramlaştırması ile paralel olduğu görülmektedir. Aşiret kavramının, merkezi otorite yani devletin zıttı bir kavram olarak ele alınması, bu alanda yapılacak çalışmalar açısından yararlı olacak gibidir.


“Barth; Basserilerin ekonomik, toplumsal, dini ve siyasi örgütlenmelerinin belli tarihi, ekonomik ve siyasi şartlara çok bağlı olduğunu açıkça vurgulamıştır.” (Akt. Tapper 2004:46) Bununla birlikte İbn-i Haldun göçebeler ve yerleşik yaşam için; “eğer iki taraf sayıca ve kuvvetçe eşitse, göçebe yaşama daha alışkın olan zaferi elde eder. Göçebe asker doğmuş bir kimsedir. Gündelik olanaklarıyla, yani atı, teçhizatı ve yedek yiyeceğiyle sefere çıkmaya her zaman hazırdır. Aynı zamanda yerleşiklerin tamamen yabancısı olduğu bir mekan duygusu onun hizmetindedir.”( Bloch, 1995: 64, akt. Özgen 200?:12)

Özgen’e göre “buradaki mekandan kasıt tam da Deştilerin anlattığı dağiliktir. Yani, özgürlükle eşdeğer tutulan bir serbesti hali, dahası bu halin onaylanması ve yüceltilmesi.” (Özgen 200?: 12) Anlaşılan göçebe kültürü merkezi otorite, yerleşik yaşam ve belki kalkınma hevesliliğine karşı her dönemde farklı varolma stratejisi yaratmaktadır.


Göçebe yaşamın modernite karşısındaki varlığı acaba İbn-i Haldun’un bahsettiği avantajlara hala sahip midir?


Tapper; Şahseven tarihi için şunları söylemektedir. “kaynakların özelliği bunun büyük ölçüde bir hanedanlar, önderler ve bu adı taşıyan yandaşlardan oluşan gruplar (aşiretler, konfederasyonlar) ve bunların devletle ilişkilerinin tarihi olmasıdır. Sıradan göçebelerin, bunların hanelerinin ve obalarının (ve kadınlarının) ele alındığı durumlar hemen hemen hiç yoktur veya çok azdır. Göçebelerin kayıt anlamı taşıyan belgeler oluşturma alışkanlıkları yoktur. Belli bir önderin yakın çevresinde bulundukları veya kendileri önder oldukları zamanlar dışında “tarih” de yoktur.” demektedir. (Tapper 2004:67) Bu durum aşiretler hakkında araştırma yapacak ve yorumlayacak kişilerin ne kadar güç bir kavramla karşı karşıya olduğunu özetlemektedir.





------------------------------------------------



Kaynaklar



ÖZGEN, H. Neşe, “Devlet, Sınır, Aşiret: Aşiretin Etnik Bir Kimlik Olarak
Yeniden İnşası” İzmir,200?

TAPPER, Richard, “İran’ın Sınır Boylarında Göçebeler; Şahsevenlerin
Toplumsal ve Politik Tarihi”, (Çev: F. Dilek Özdemir) İmge Kitabevi yay. Ankara, 2004

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder