6 Kasım 2009 Cuma

JOHAN HUİZİNGA'NIN HOMO LUDENS KURAMI; ETKİLENEN İSİMLER, YÖNELTİLEN ELEŞTİRİLER

İÇİNDEKİLER


A) HOMO LUDENS KURAMI

1) Giriş
Oyunun özellikleri

2) Oyun Kelimesinin Dilde Kavranılışı

3) Kültürün Oyunsal Biçimleri

Oyun ve Hukuk
Oyun ve Savaş

4) Sanatın Oyunsal Biçimleri

Oyun ve Şiir
Oyun ve Müzik
Oyun ve Dans
Oyun ve Plastik Sanatlar

5) Felsefenin Oyunsal Biçimleri

Oyun ve Bilgelik
Hayal Gücünün İşlevi
Oyun ve Bilim

6) Çağdaş Kültürde Oyun

B) HOMO LUDENS KURAMI TARTIŞMALARI

1) Etkilenen isimler

Caillois'ya göre Huizinga
Metin And'a göre Huizinga

2) Huizinga'ya Yöneltilen Eleştiriler

Gombrich’in eleştirileri
Benveniste’in eleştirileri
Ehrmann’ın eleştirileri
Fink’in eleştirileri
Oskay’ın eleştirileri

Tablolar

Kaynaklar





A) HOMO LUDENS KURAMI


A.1) Giriş: Kültür Olgusu Olarak Oyunun Doğası ve Anlamı


Hollanda’lı tarihçi Huizinga’ya göre “oyun” kültürü yaratır yahut Huizinga'nın deyimiyle kültür özellikle Batı uygarlığı sub specie ludi’dir (Huizinga 1995:21). Huizinga, meşhur kitabının önsözünde “oyun”un etnoloji ile ona akraba olan bilimler tarafından çok ihmal edilmiş bir kavram olduğu tezini iddia edebileceğini belirtir, oyun konusunda mevcut terminolojinin yetersizliğini şikâyet eder ve bu konuda ciddi sıkıntı çektiğini söyler (Huizinga 1995:15). Oyuna ilişkin bilimsel literatür azdır ve Huizinga’dan öncesinde neredeyse hiç yoktur. Kendisinden önceki bilimsel literatürün bakış açısını bir çırpıda anlatıverir.


Psikoloji ve fizyoloji, oyunu hayvanlarda, çocuklarda ve yetişkin insanlarda gözlemek, tasvir etmek ve açıklamak için çaba sarf etmektedirler. Bu bilim dalları oyunun doğasını ve anlamını saptamaya ve onun hayat düzlemindeki yerini belirlemeye uğraşmaktadırlar. Bu yerin önemi, oyunun yerine getirdiği işlevin gerekli veya hiç değilse yararlı karakteri, her bilimsel araştırma ve inceleme tarafından, genel olarak ve çelişkisiz bir şekilde hareket noktası kabul edilmiştir.

Oyunun bu biyolojik işlevini tanımlamaya yönelik çok sayıdaki girişim birbirlerinden oldukça farklıdır. Kimileri oyunun kökeninin ve temelinin, yaşam sevinci fazlalığından kurtulmanın bir biçimi olarak tanımlanabileceğine inanmıştır. Başka teorilere göre ise, canlı varlık oyun oynadığında, doğuştan gelen bir taklit yeteneğinin hükmü altındadır; veya bir gevşeme ihtiyacını tatmin etmektedir; veya hayatın ondan talep edeceği ciddi faaliyetlere hazırlık antrenmanı yapmaktadır; ya da oyun, insanın benliğine sahip çıkmasını sağlamaktadır. Daha başka varsayımlar da, oyunun kökenini hem egemenlik kurma arzusu, hem de yarışma ihtiyacı içinde, bir şey yapabilmeye veya bir şeyi belirleyebilmeye yönelik olan kendiliğinden yatkınlıkta aramaktadırlar. Nihayet diğer bazı teoriler, oyunu zararlı eğilimlerden masum bir şekilde kurtulma yolu olarak kabul etmektedirler; yani bunlara göre oyun, ya fazlasıyla tek yanlı olarak hareket etmeye yönelten bir eğilimin zorunlu telafisidir, yada gerçek hayatta gerçekleştirilmesi olanaksız arzuların bir kurmaca aracılığıyla yatıştırılması ve böylece kişisel benlik duygusunun korunmasının sağlanmasıdır (Zondervan,1928; Buytendijk,19321; aktaran Huizinga 1995:17-8).”


Bütün bu açıklamalar ortak bir hareket noktasından yola çıkmaktadırlar: Oyunun oyun olmayan başka bir şey karşısında ortaya çıktığı ve bazı biyolojik beklentilere cevap verdiği varsayımı. Bu açıklamalar oyunun nedenini ve amacını araştırmaktadırlar. Bu soruna verilen cevaplar birbirlerini hiçbir şekilde dışlamaz. Belirtilen bütün açıklamaları, can sıkıcı bir kavram kargaşasına düşmeksizin, birbiri ardına kabul etmek mümkündür. Buradan, bütün bu açıklamaların kısmi olduğu sonucu çıkmaktadır. Eğer aralarından biri gerçekten eksiksiz olsaydı ötekileri dışlar veya onları içerir ve üst bir birim içinde özümlerdi. Bu açıklama girişimlerinin çoğu, oyunun bizatihi kendi olarak doğası ve oyuncular için taşıdığı anlam üzerinde ancak ikincil olarak durmaktadır. Bunlar oyuna, öncelikle estetiğin derinlerine demir atmış olma niteliğine hiç dikkat etmeden, hemen deneysel bilimin ölçü aletleriyle yaklaşmaktadırlar (Huizinga 1995:18).”


Huizinga’nın oyunun estetik derinliğine çektiği dikkat bir epistemoloji tartışması olarak görülebilir. Huizinga denemesinde dil bilim aracılığıyla bilimsel bir platforma taşıdığı “oyun”’u bir işlev olarak tanımlar ve kuramlaştırır. Ancak esas merak ettiği ve yanıtını kendisinin de veremediği soru şudur.


Gerçektende, oyunun asıl özü tasvir bile edilmemiştir. Getirilen her açıklamanın karşısında, şu soru geçerliğini korumaktadır: Tamam öyle olsun, ama sonuçta oyunun “zevkli yanı” nedir? Bebek neden zevkten bağırır? Oyuncunun neden hırstan gözü döner, neden binlerce kişi kalabalık futbol maçında çılgınlığa varan bir heyecan yaşar?(Huizinga 1995:18).”


Huizinga'nın bir genel kültür kuramını oyun aracılığıyla tarif ederken karşısında olan en büyük güçlük oyunun ciddi olmayan bir eylem olduğu yaygın kanaatidir. Bu kanaatin pek de sağlam olmadığını şu şekilde belirtir.


Oyun fikri, düşünce tarzımızda ciddiyet fikrinin karşıtıdır. İlk bakışta, bu antitez, bizatihi oyun kavramı kadar ortadan kaldırılamaz gözükmektedir. Bu oyun-ciddiyet antitezi, daha yakından ele alınınca, bize ne sonuca ulaştırıcı, ne de sağlam gelmektedir. Şunu söyleyebiliriz: Oyun, ciddi-olmayan’dır. Fakat bu yargı oyunun pozitif karakterlerine ilişkin hiçbir şey söylemediği gibi, çok da istikrarsızdır. Yukarıdaki önermeyi, oyun ciddi değildir biçiminde değiştirdiğimiz anda, antitez bize hemen ihanet eder, çünkü oyun çok ciddi bir şey de olabilir. Üstelik hayatta karşılaştığımız birçok temel kategori ciddi-olmayan içinde yer almakla birlikte, bu nedenden ötürü oyunla eşdeğer değildir. Gülme bazı bakımlardan ciddiyetin karşıtıdır, ama oyunla hiçbir şekilde doğrudan bağlantısı yoktur. Çocuklar, “futbol” veya satranç oyuncuları, akıllarından asla gülme isteği geçmeden, derin bir ciddiyet içinde oynamaktadırlar. Nitekim tamamen fizyolojik olan gülme işlevinin sadece insana özgü olmasına karşılık, yaratıcı oyun işlevinin insan ile hayvanda ortak olarak bulunması ilginçtir. Aristoteles’in animal ridens kavramı, insan hayvan zıtlığını homo sapiens’ten daha açık bir şekilde nitelemektedir(Huizinga 1995:22).”

Şu adım adım ilerleyen akıl yürütmeye bir an için bakalım: Çocuk tam bir ciddiyet içinde oynamaktadır; buna haklı olarak kutsal bir ciddiyet de denilebilir. Fakat çocuk oyun oynamakta ve oyun oynadığını bilmektedir. Sporcu inançlı bir ciddiyet içinde ve heyecanlı bir ataklıkla oynamaktadır. Oyun oynamakta ve oyun oynadığını bilmektedir. Aktör kendini oyuna kaptırmıştır. Yine de oynamakta ve bunun bilincinde olmaktadır. Kemancı en kutsal heyecanı duymaktadır; ancak faaliyeti bir oyun olarak kalmaktadır (Huizinga 1995:37).”


Huizinga’nın bu önermesi oyun üzerine yapılan çalışmalar yönünde müthiş bir sıçramadır. Oyunu ciddi olmayan alanından çıkarması bu konuda yapılacak çalışmaların önünü açmıştır. Oyunun geriye kalan özelliklerini Huizinga’ya göre şöyle sıralayabiliriz.


Oyunun özellikleri


  • Her oyun, her şeyden önce gönüllü bir eylem’dir. Emirlere bağlı oyun, oyun değildir (Huizinga 1995:24).”


  • Oyun serbesttir, oyun özgürlüktür. Oyun “gündelik” veya “asıl” hayat değildir. Oyun, bu hayattan kaçarak, kendine özgü eğilimleri olan geçici bir faaliyet alanına girme bahanesi sunmaktadır. Küçük çocuk bile “sadece …miş gibi yaptığı” , ”yalnızca gülmek için” davrandığı konusunda tam bir bilince sahiptir (Huizinga 1995:25).”


  • Oyun başlar ve belli bir anda “biter”. “Sonuna kadar oynanır”. Oyun sürerken hareket, gidiş-gelişler, kader değişiklikleri, birbiri yerine geçmeler, bağlanmalar ve ayrılmalar görülür. Oyunun zamansal olarak sınırlandırılmasına, dikkat çekici başka bir nitelik de doğrudan bağlanır. Oyun hemen kültürel bir biçim olarak belirlenir. Bir kez oynandıktan sonra, belleklerde manevi bir yaratı veya bir hazine olarak kalmakta, aktarılmaktadır ve her an tekrarlanabilir, ya bir çocuk oyunu, bir tavla partisi veya bir yarış gibi hemen veya belli bir aradan sonra tekrarlanabilir. Bu tekrarlanabilme olanağı oyunun temel özelliklerinden biridir. Bu olanak yalnızca bütünü itibarıyla ele alınan oyuna değil, aynı zamanda oyunun iç yapısına da uygulanabilir. Hemen tüm gelişmiş oyun biçimlerinde tekrar, nakarat, birbiri yerine geçen çeşitlemeler, sanki bir zincir veya bir doku oluşturmaktadır (Huizinga 1995:26-7).”


  • Oyunun mekânsal sınırlılığı, zamansal sınırlılığından da çarpıcıdır. Her oyun ister maddi veya hayali, ister keyfe göre saptanmış veya zorunlu olmuş olsun, önceden belirlenmiş kendi mekânsal alanının sınırları içinde cereyan eder. Aynı şekilde, bir oyun ile kutsal bir eylem arasında hiçbir biçimsel fark yoktur, yani kutsal eylem oyununkilerle aynı biçimler altında gerçekleştirilir; öte yandan, kutsal yer de oyunun cereyan ettiği yerden biçimsel olarak farklı değildir. Arena, oyun masası, sihirli çember, tapınak, sahne, perde, mahkeme; bütün bunların hepsi biçim ve işlev açısından oyun alanlarıdır, yani tahsis edilmiş, ayrılmış, çevresine parmaklık çekilmiş, kutsallaştırılmış ve kendi sınırları içinde özel kurallara tabi kılınmış yerlerdir. Bunlar bildik dünyanın ortasında, belirli bir eylemin gerçekleşmesi amacıyla tasarlanmış geçici dünyalardır(Huizinga 1995:27).”


  • Her oyun, oyuncuyu, her an tümüyle içine alabilir (Huizinga 1995:25).”


  • Oyun alanlarının sınırları içinde kendine özgü ve mutlak bir düzen hüküm sürer. Ve işte oyunun daha da pozitif yeni bir çizgisi: oyun düzen yaratır, oyun düzenin ta kendisidir. Dünyanın mükemmel olmaması ve hayatın karışıklığı içinde geçici ve sınırlı bir mükemmellik yaratır. Oyun mutlak bir düzen gerektirir. Bu düzenin en küçük ihlali oyunu bozar, oyun niteliğini ve değerini yok eder (Huizinga 1995:27).”


  • Oyunun unsurlarını belirtmek için kullanabileceğimiz terimlerin büyük bir bölümü estetik alanda yer almaktadır. Bunlar bize aynı zamanda güzellik izlenimlerini aktarma işinde de hizmet etmektedirler: gerilim, denge, salınım, birbirinin yerine geçme, zıtlık, çeşitleme, birbirine eklenme, ayrılma ve çözüm. Oyun dahil eder ve serbest bırakır. Özümler. Yakalar, başka bir ifadeyle, cezbeder (Huizinga 1995:28).”


Huizinga bu özellikleri belirttikten sonra oyunun tanımını şöyle yapar.


Demek ki oyunu biçim açısından, kısaca, özgür, “kurmaca” ve olağan hayatın dışında yer aldığı hissedilen, ama yine de oyuncuyu tamamen özümleme yeteneğine sahip bir eylem olarak tanımlamak mümkündür. Oyun her tür maddi çıkar ve yarardan arınmış bir eylemdir; bu eylem bilhassa sınırlandırılmış bir zaman ve mekânda tamamlanmakta, belirli kurallara uygun olarak, düzen içinde cereyan etmekte ve kendilerini gönüllü olarak bir esrar havasıyla çevreleyen veya alışılmış dünyaya yabancı olduklarını kılık değiştirerek vurgulayan grup ilişkilerini doğurmaktadır (Huizinga 1995:31).”


A.2) Oyun Kelimesinin Dilde Kavranılışı


Huizinga'nın oyun sözcüğünü linguistik yönden ele aldığı “oyunun dilde kavranılışı” başlığında; oyunun izini Avrupa dillerinde sürerken kısıtladığı anlam, oyun tanımında diğer bir tanımı da yanında getirmektedir. Bu, Huizinga'ya göre oyunun ne olmadığı yönünden tanımlamak biçiminde görülebilir.

“Bu kavramı şu şekilde sınırlandırmayı düşünüyoruz: Oyun, özgürce razı olunan, ama tamamen emredici kurallara uygun olarak belirli zaman ve mekân sınırları içinde gerçekleştirilen, bizatihi bir amaca sahip olan, bir gerilim ve sevinç duygusu ile "alışılmış hayattan "başka türlü olmak" bilincinin eşlik ettiği, iradi bir eylem veya faaliyettir. Böylece tanımlanan kavram, hayvanlar, çocuklar ve yetişkin insanlara ilişkin olarak oyun adını verdiğimiz her şeyi kapsamaya yatkın hale gelmiştir: beceri, güç, zekâ ve şanslı olmak. Bu oyun kategorisi, hayatın temel ruhsal unsurlarından biri olarak kabul edilebilir gibi gözükmekteydi (Huizinga 1995:48).”


Huizinga böylelikle bu anlama dâhil olan Avrupa dillerindeki kelimeleri araştırmaya başlar. Oyun kelimesi üzerine linguistik yönden en kapsamlı yaklaşım kendisi de bir dilbilimci olan Huizinga’ya aittir. Bu kelimeler tablo 1 ve tablo 7 arası özetlenmiştir. Huizinga’ya göre bu kelimelerden Latincedeki ludus ve ludere bütün oyun ve oynamak alanını kapsar. Daha sonraları ise Roman dillerine geçerken varlıklarını sürdürememiştir. Şaka yapmak, eğlenmek anlamlarını gösteren ve esas oyun fikrine işaret etmeyen iocus ve iocari sözcükleri zamanla ludus ve ludere kelimeleri aracılığıyla genel bir oyun fikrini içeren anlayışın yerine geçmiştir. Buna karşın Huizinga’ya göre oyunsal terimin ifade alanı Germanik dillerde dar ve biçimsel anlamı içindeki oyunla hiçbir bağlantısı olmayan her tür hareket ve faaliyet kavramına kadar genişlemektedir. Bir mekanizmanın çarklarının kısıtlı hareketliliğine oyun denmesi Fransızca, İtalyanca, İspanyolca, İngilizce, Almanca, Felemenkçe ve Japonca da ortak bir durum olmasını gösterir ve sanki her şey oynamak kavramının hep daha büyük -paizo ve hatta ludere’ninkinden çok daha büyük bir alanı kapsadığını belirtmektedir. (Huizinga 1995:56-7.) Huizinga’ya göre ise bu durum oyunun esas anlamının zayıflaması, oyunsal kavramda bozulmaların göstergesi olarak belirtilir ve şöyle devam eder. “Burada söz konusu olan, kavramın oyunsal bir eylem konusundaki özgül kavrayıştan daha başka fikirlere ait bir düzleme bilinçli olarak aktarılması değildir, yani burada şiirsel bir ifade yoktur; kavram, daha çok, bilinçsiz bir alaycılığın içinde kendiliğinden erimektedir. Kuşkusuz, orta yukarı Almancanın spil (oyun) kelimesinin ve türevlerinin, mistik dil içinde bu kadar istekle kullanılması bir rastlantı değildir. Aynı şekilde, Kant'ın eserlerinde "hayal gücünün oyunları, fikir oyunu, kozmolojik fikirlerin bütün diyalektik oyunları" gibi ifadelerin çok sıklıkla kullanılmış olması çarpıcıdır (Huizinga 1995:58-9).”


Huizinga oyun kelimesini dilde ararken bir kelimenin aynı zamanda onun zıttını ifade eden kelime tarafından da tanımlanabileceğini belirttikten sonra oyunun zıttının ciddiyet yahut çalışmak olarak ele alınabileceğini belirtir. Dillerdeki karşılıklarını araştırır ve şu sonuca varır. “Oyun-ciddiyet zıtlaşmalı grubunu, dilsel sorunu ayrı tutarak, daha yakından incelenecek olursa, bu iki terimin eşdeğerli olmadıkları ortaya çıkar. Oyun burada pozitif terim olarak gözükmekte, ciddiyet ise oyunun inkârı noktasında kalmakta ve tükenmektedir: Ciddiyet, oyun-olmayandır ve başka hiçbir şey değildir. Buna karşılık, oyun'un anlamsal ağırlığı ciddi-olmayan kavramıyla asla tanımlanamaz ve tüketilemez. Oyun bizatihi bir kavramdır. Bu kavram, olduğu haliyle, ciddiyet kavramından daha üst bir düzlemde yer almaktadır. Çünkü ciddiyet, oyun'u dışlamaya yöneliktir, oysa oyun, ciddiyet'i rahatlıkla içerebilir (Huizinga 1995:66).”



A.3) Kültürün Oyunsal Biçimleri


Bir kültür kuramını oyun aracılığıyla açıklayan Huizinga, kavrayışının yeni olmadığını, XVII. yy’ın başında genel kabul görmüş bir bakış açısı olduğunu belirtir. Ona göre Shakespeare, Calderon, Racine gibi laik dram yazarlarının, dünyayı herkesin rolünü oynadığı bir sahneye benzetmeleri bu kavrayışa örnektir. Bu fikir Platon’a kadar uzanan bir karşılaştırmadır ve bu kavrayış dünyevi şeylerin beyhudeliğine, faniliğine ilişkin eski bir temanın çeşitlemesinden başka bir şey değildir. Huizinga’ya göre, bu fikir bu güne kadar etik bir anlam taşımış, oyunun kültürün düpedüz bir temeli ve bir faktörü olduğunu kimse açığa çıkartamamıştır(Huizinga 1995:21). Frobenius bir eserinde2, kültürden “doğal varlık’tan kaynaklanan bir oyun” olarak söz etmiş, kültür ve oyun arasındaki ilişkiyi aşırı mistik bir biçimde yorumlamış ve onu oldukça belirsiz bir biçimde tasvir etmiştir. Kültürün oyunsal karakterini Frobenius da tam olarak açığa çıkaramamıştır (Huizinga 1995:68). “Kültürün oyunsal karakteri kutsal alan tarafından özümlenmekte, bilgelik ve şiir halinde, hukuki ve siyasal hayat biçimleri içinde billurlaşmaktadır. Kültürün oyunsal niteliği, kültür tarafından arka plana itilir, gizlenilir (Huizinga 1995:68).”


Kültürün oyunsal unsurundan söz ederken, oyunların kültürel hayatın çeşitli faaliyetleri içinde önemli bir yeri olduğunu kastetmiyoruz; kültürün bir evrim süreciyle oyundan kaynaklandığını, yani başlangıçta oyun olan şeyin başka bir şeye dönüşebildiğini ve buna artık kültür denildiğini de iddia etmiyoruz. Bizim kavrayışımız şöyledir: Kültür oyun biçiminde doğar, kültür başlangıçtan itibaren oynanan bir şeydir (Huizinga 1995:67).”


Konuyu daha netleştirmek için Huizinga'nın kültürün oyun biçiminde gelişmesinin içeriğini biraz daha açmak gerekir. “Oyun bir şey için mücadeledir veya bir şeyin temsilidir. Ayrıca bu iki işlev, oyunun bir şey için olan mücadeleyi "temsil" etmesi veya bir şeyi en iyi temsil edecek bir mücadele olması anlamında iç içe girebilir (Huizinga 1995:31).” Yunanda oyunla ilgili alanlara dair paidia terimi kullanılır. Müsabaka-mücadele ise agon ile gösterilir. Bu haliyle Yunan, müsabakaları oyun alanında görmeyen tek kültür gibidir, ancak Huizinga'ya göre Yunanlılar için tüm hayatın bir oyun olduğu iddia edilebilir. Çok erken dönemlerde müsabakalar kültürde, erken ve ilksel bir yer edinmiş, böylelikle her yönüyle oyunun izlerini taşıyan müsabakalar öylesine yoğun bir işlev haline gelmiştir ki, “alışılmış” ve tamamen meşru bir şey sayılmış dolayısıyla oyun olarak hissedilmekten çıkmıştır. Bu durum oyun için dilinde dört kök bulunduran eski Hint toplumlarında da geçerlidir (Huizinga 1995:50-1).” Nitekim eski Hint’te evren, Şiva ile karısı tarafından oynanan bir zar oyunu olarak hayal edilmiştir. Mevsimler (rtu), altın ve gümüş zarlarla oynayan altı adam tarafından temsil edilmiştir. Germen mitolojisinde de bir masada oynanan tanrısal bir oyun vardır ve Tacitus, Germenlerin tek ciddi meşguliyetinin zar oyunu olmasına haksız yere şaşırmaktaydı (Huizinga 1995:79-80).”


Huizinga agonal unsur olarak tanımladığı kültürün yarışmacı yapısını fratrilerden (phratrie) örnek vererek açıklar. Etnolojinin, kültürün arkaik dönemlerinde, genel olarak zıtlaşmalı ve çelişkili bir topluluk yapısına dayandığını, bu toplulukların zihinsel dünyasının bu ikililik sayesinde düzene sokulduğunu, bu ilkel ikililiğin izlerine her yerde rastlandığına işaret etmektedir. İki fratrinin ilişkileri bir mücadele veya karşılıklı rekabet ilişkileridir, ama aynı zamanda karşılıklı yardımlaşma ve dostça alışverişte bulunmada söz konusudur. Kabilenin iki yarısını ayıran ikili sistem, giderek her tür evren kavrayışını içerir. Her varlık ve her nesne ya bir cepheye, ya da diğerine mensup olmakta, böylece evrenin tümü bu tasnifin içine alınmış olmaktadır. Çinlilerde birbirlerinin yerine geçerek ve işbirlikleri sayesinde hayatın ritmini koruyan erkek ilke ve dişi ilke olan Yin ve Yang zıtlığı buna bir örnektir. Bu düşüncede olanlara göre, felsefi sistem olarak cinsel ikiliğin kökeninde, mevsimlerin karşılandığı bayramlarda, ayinsel biçimler altında karşılıklı söylenilen şarkılar ve oyundan yararlanarak birbirlerini cezbeden genç erkek ve kızların somut olarak gruplara ayrılmaları bulunmaktadır. Yıl dönümü bayramlarında, kabilenin zıt grupları veya cinsiyet grupları arasındaki olumlu rekabet açığa çıkmaktadır. Mevsimler değişirken düzenlenen her cinsten görkemli müsabakaların Çin uygarlığının yapısı içinde kazandığı görkemli yerin kültür yaratıcı değeri, agon ilkesinin Helen uygarlığında kazandığından daha büyüktür ve esas oyunsal karakter Çin toplumunda çok daha anlamlı bir şekilde ortaya çıkmaktadır (Huizinga 1995:76-9).

Huizinga'ya göre; her müsabaka, yalnızca bir şey için yapılmaz, aynı zamanda bir şeye ilişkin ve onun yardımı sayesinde de yapılır.3 Güce veya beceriye, bilgiye, ustalığa, şana veya zenginliğe, iyi kalpliliğe veya mutluluğa, doğuma veya çocuk sayısına ilişkin birinci olabilmek için mücadele edilmektedir. Beden gücü, silah, deha veya eller, gösteriş, büyük sözler, övünme, palavra, hakaret yardımıyla; zar fincanıyla, hatta hile ve aldatmacaya başvurarak mücadele edilmektedir (Huizinga 1995:74). Bu noktada Huizinga'nın kavrayışı; hile ve aldatmacanın, müsabakanın oyunsal karakterini bozduğu ve ortadan kaldırdığı yönündedir. Ona göre oyunbozan, oyunun yarattığı yanılsamayı, inlusio’yu, kelimenin gerçek anlamıyla “oyuna giriş”i, anlam dolu bu kelimeyi yok eder. Oyunbozan topluluğun büyülü dünyasını bozmaktadır, bu nedenle haindir ve atılması gerekir (Huizinga:1995:29). Buna karşılık Huizinga arkaik kültürün kurnazlığı, bir müsabaka teması olarak kabul edip günümüz popüler kavrayışından farklı düşündüğünü de eklemektedir (Huizinga 1995:74-80). Huizinga; Platondan Shakespeare’e kadar uzanan, hayatı oyun olarak görme fikrinin, kültüre olan benzerliği (ki bunun etik bir anlayış olduğunu da belirtir), müsabaka-mücadele gibi agonal unsurun büyük uygarlıklardaki kültür yaratıcı işlevi dışında, yine belki de agon unsuru ile iç içe geçmiş, etnolojiden aldığı potlatch adı verilen bir gelenekten bahsederek, kültürün oyunsal karakteri üzerine olan kuramını pekiştirir.


Potlatch, Kwakiutl kabilesinde, büyük ve gösterişli bir seremonidir; iki gruptan biri, gösteriş içinde ve törensel bir havada diğer gruba çok sayıda armağan verir, tek amacı böylece onun karşısında üstünlüğünü kanıtlamaktır. Diğer tarafın buna verebileceği tek ve zorunlu karşılık, bu töreni belli bir süre içinde ve eğer mümkünse armağan miktarını artırarak tekrarlamaktır. Bu cins cömertlik bayramları, bu usulü bilen kabilelerin tüm toplumsal hayatına, tapınmalarına, hukuki örflerine ve sanatlarına hükmeder. Doğumlar, evlilikler, genç erkeklerin yetişkinler topluluğuna kabul törenleri, ölümler, dövme yapılması, bir mezar yapımı, bütün bunlar ilahiler, maskeler ve büyücüler eşliğinde yapılan potlatch’a bahanedir. Fakat asıl olgu zenginliklerin dağıtılmasıdır. Bayramı düzenleyen kişi klanın bütün maddi varlığını dağıtır. Böylelikle öteki klan daha da savurgan başka bir potlatch vermekle sorumlu olmuş olur. Eğer bu yükümlülüğü yerine getirmezse, ününü, armasını, totemlerini ve medeni ve dinsel haklarını kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalır. Kaynaklar bu yolla dolaşıma çıkar (Huizinga 1995:81).

Potlatch’ın diğer bir özelliği ise daha çarpıcı bir biçimde varlıkların tahribi yoluyla yapılmasıdır. Böylelikle malların önemsizliği belirtilmiş olur. Bu yarışma, dramatik ve ayinsel bir yapı içinde cereyan eder. Yine aynı şekilde rakip daha çok tahribat yaratmak mecburiyetindedir. Kwakiutl şefi Tlinkit şefine meydan okumak istediğinde bütün kölelerini öldürtmüş, Tlinkit şefini kendi kölelerinden daha fazlasını öldürtmeye zorlamıştır. Huizinga’ya göre bu çeşit çılgınca israfın benzeri adetlerine Yunan, Roma ve eski Germen uygarlıklarında karşılaşılmakta İslamiyet öncesi arap putataparlığında mu’akara adı altında görülmektedir. Mu’akaranın sözlük anlamı ise “devenin sinirlerini keserek, itibar yarıştırmak”’tır.4 Granet’e göre Çin uygarlığında benzeri biçimde adetlere rastlanmaktadır. Mauss ise bu durumu eski Hint için çoktan formüle etmiştir. “Mahabharata, devasa bir potlatch öyküsüdür.”5 Potlatch için Mauss “potlatch aslında bir oyun ve bir sınavdır” der. Davy, potlatch’ı hukuk yaratan; talihin, mertebenin ve itibarın, bahislerin ve tahriklerin hükmünde, oyun kurumuyla kıyaslanır bir adet olarak ele alır. Held, zar oyunlarının ve satrancın ilkel biçimlerinin kutsal alana dahil oldukları ve potlatch ilkesini ifade ettiklerinden gerçek talih oyunları olmadıkları sonucuna varır. Huizinga ise bu görüşün tam tersini şöyle savunur. “Bunlar kutsal alana dâhildir, çünkü gerçek oyunlardır.” Huizinga, potlatch’ı “şan ve şeref için oyun” dediği temel bir insani eğilimin en temsili ve dışa dönük biçimi olarak kabul eder. Böylelikle potlatch teknik bir terim olur, bilimsel dil bunu bir kez kabul ettikten sonra, bir olguyu açıklamak üzere yeterli ve kestirme bir yol olur (Huizinga 1995:81-4).


Huizinga, Homeros’un aien aristeuein kai hupeirochon emmenai allon (ötekileri geçerek, hep en iyi olmak) sözünü örnek verir, buna göre destanın önemi, bizzat savaş işlevinin kendinde değil tek tek her savaşçının aristeia’sındadır (en iyi olmak, en yüce olmak). Böylelikle “erdem, şeref, soyluluk ve şan daha başlangıçtan beri, müsabaka çerçevesinde, yani oyunun içinde yer alır. Genç soylu savaşçının hayatı, sürekli olarak erdemli olmaktan ve bulunduğu yüksek mertebenin şerefi için mücadele etmekten ibarettir (Huizinga 1995:80-7).”


Müsabaka ve mücadelenin yani agon olanın yahut agonal’in kültürdeki yerine daha birçok örnekler verdikten sonra kültürün ne oyun olarak nede oyundan doğmakta olduğunu bilakis kültürün oyunun içinde olduğunu belirtir. Agonal karakter bizatihi hep yükselme heveslisi olan insanın doğasındadır; bu yükselme dünyevi şan ve üstünlükte veya dünyevi unsurlar üzerinde zafer kazanmakta yatar. Huizinga’ya göre her uygarlığın gelişiminde, agonal işlev ve yapı en aşikâr ve çoğu zaman da en güzel biçimlerine, arkaik dönemden itibaren ulaşır. Kültür malzemesinin daha karmaşık, dağınık ve geniş hale gelmesi ve toplumsal, bireysel ve kolektif hayat ile üretim tekniğinin daha incelmiş bir örgütlenmeyi bilir hale gelmesiyle birlikte, bir uygarlığın temeli, oyunla muhtemelen bütün temasını kaybetmiş olan kavram, sistem, kavrayış, doktrin, ölçü, yapaylık ve örflerin istilasına uğrar. Kültür giderek daha ciddi hale gelir ve oyuna artık yalnızca ikincil bir yer verir. Huizinga’ya göre agonal dönem geride kalmıştır veya en azından böyle gözükmektedir (Huizinga 1995:99-100). Huzinga'nın bu kavrayışı daha sonraları çokça eleştirilir. Buna karşın bu kavrayışın izlerine, bu eserden yirmi yıl öncesinde 14. ve 15. yüzyıllarda Burgundy kenti üst sınıfının davranış, sanat, fikir ve hayatlarını ele aldığı Ortaçağın Günbatımı (1919)’nda net bir şekilde rastlanır. Kendisine esas ün sağlayan bu eserinde Huzinga şöyle başlar.


“Dünya bundan beş yüzyıl daha gençken, hayatın olayları ortaya daha belirgin çizgilerle çıkmaktaydılar. Bahtsızlıkla talihin yaver gitmesi arasındaki mesafe daha büyüğe benzemekteydi. Henüz her deney, zevk ile acının bir çocuğun zihnindeki gibi, dolaysızlık ve mutlaklık basamağında yer almaktaydı. Her eylem, her olay, sabit ve anlatımsal biçimlerle çevreleniyor ve bir ayin derecesine yükseltiliyordu. Doğum, evlilik ve ölüm gibi başat olaylar, kutsama aracılığıyla, kendilerini ilahi esrarın içinde buluyorlardı. Görev veya ziyaret amacıyla yapılan yolculuklar gibi daha düşük öneme sahip olaylara da çok sayıda kutsama, tören ve kalıplaşmış sözler eşlik etmekteydiler (Huizinga 1997:13).”


  • Oyun ve Hukuk


Kutsal veya ciddi niteliğinin oyun niteliğini asla dışlamadığını kuşku götürmez bir şekilde saptayan Huizinga'ya göre hukuk, yasa, yargı alanı ilk bakışta oyun alanından uzakmış gibi görünse bile; dava bir talih oyunudur, bir yarıştır ve bir atışmadır.

Dava, hak olan ve olmayan şeyi kabul ettirmek için; kimin haklı kimin haksız olduğuna karar vermek için; kimin kazandığını, kimin kaybettiğini belirlemek için yapılan bir mücadeledir. Oyunun esas ilkelerinden biri olarak agonal unsuru belirleyen Huizinga’ya göre kim müsabakadan yahut mücadeleden söz ederse oyundan söz etmiş olur. Yargıcın önünde sürdürülen yargılamada, her an ve her koşulda kazanma arzusu öylesine ağır basar ve öylesine sabit bir fikir haline gelir ki agonal unsuru bir an için bile unutmak mümkün olmaz. Üstelik bu mücadeleye hükmeden katı kurallar sistemi onu biçimsel açıdan kurala bağlı zıtlaşmalı oyunlar çerçevesine tamamen yerleştirir.

Yunanlılarda bir davanın başlangıcı taraflar arasında bir agon sayıldığına dikkat çeken Huizinga; sabit kurallara tabi olan, belirgin biçimler altında cereyan eden ve iki rakibin bir hakemin kararına uydukları bir mücadele olan dava; bu bakış açısı nedeniyle kesinlikle bu kurumun bir yozlaşması olarak düşünülmemelidir.

Huizinga'ya göre kimin yenip kimin kaybedeceğini belirlemek için yapılan mücadele, bizatihi kutsaldır. Eğer bu mücadele ilhamını hak ve haksızlığa ilişkin formüle edilmiş kavramlardan alıyorsa, o zaman hukuk alanına kadar yükselir; eğer tanrısal güce ilişkin pozitif kavramlarla açıklanıyorsa, bu durumda din alanına kadar yükselir. Ancak, temel olgu her halükarda oyundur.

Adalet bir “avlu”da dağıtılmaktadır. Bu avlu kelimenin tam anlamıyla hicros kuklos’tur. Yani Akhilleus’un kalkanında görülen ve davaya bakan yargıçların temsil edildiği şu kutsal dairedir. Davaya bakılan her yer, gerçek bir temenos, gündelik dünyadan ayrılmış ve sınırlandırılmış, kutsal bir alandır. Mahkemenin etrafı işte böyle çevrilmekte ve sonra ona adalet dağıt emri verilmektedir. Burası gerçek bir sihirli çember, insanlar arasındaki alışılmış mertebe farklarının bir süre için askıya alındığı serbest bir alandır. Burada kimse kimseye, geçici bir süre için zarar veremez.

Yargıçlar, adalet dağıtma işlemleri sırasında, “olağan hayat”ın dışına çıkmaktadırlar, cüppe ve peruka takarlar. İngiliz yargıçlarının bu uygulamalarının etimolojik kökenini araştıran Huizinga bu perukanın işlevini, ilkel toplumların dans maskelerinin işlevine benzetir. Perukayı takan başka bir varlık haline gelmektedir.


Huizinga bu haliyle Otto Gierke’in geçmişte Humor im Recht (Hukukta Mizah) başlığı altında topladığı olgulara atıfta bulunur. Germanik halkların eski adli geleneklerinde; bir davayı kimin kazanacağı, ya gözleri bağlanmış birinin bir kişiye veya bir eşyaya dokunması veya bir yumurtanın döndürülmesi veyahut yuvarlanması yoluyla belirlenmektedir. Bir markenin veya bir toprak mülkiyetinin sınırları bazen bir yarış veya bir baltanın fırlatılması yoluyla belirlenmekteydi. Arapça da gara, kura çekmek veya bir hedefe ok atarak kazanmak anlamlarındadır. Adli tartışma müsabaka olarak kabul edildiğinden bunların çoğunu hukukun oyunla ilişkisi sayan Huizinga, halk zihniyetinin gerçekten oyun dolu olduğunu; ama Gierke’in kabul ettiğinden daha derin ve daha ciddi bir anlamda yüklü olduğunu belirtir (Huizinga 1995:101-14).


  • Oyun ve Savaş


Huizinga’nın kavrayışında modern zamanlar ile geçmiş zaman; ortaçağ ya da antik çağlar veyahut “ilkel” denilen ilk insanların kavrayışı arasında uçurum vardır. Ona göre ortaçağ insanları çocuk kafalı devlerdir. Bu insanlar cehennem korkusuyla çocukça zevkler, gaddarlık ile sevgi arasında gidip gelmişlerdir. Dünya zevklerinden tam bir kaçınma veya dünyevi zevklere tam bir dalış; bu insanlar hep bir uçtan diğerine savrulmuşlardır (Huizinga 1997:41). Ona göre bu kuşakların gülüşü artık sona ermiş, yaşama gustosları ve kaygısız sevinçleri artık yalnızca halk türkülerinde ve fars tipi oyunlarda yer edinmektedir (Huizinga 1997:42). Bu bağlamda Huizinga modern savaşı bu tartışmanın dışında bırakır. Ani saldırılar, pusular, yağmalama seferleri, katliamlar bütün bu çarpışma biçimleri agonal türden bir savaşta kullanılabilir nitelikte olsalar dahi bizatihi agonal sayılmazlar. Öte yandan bir savaşın siyasal amacı – fetih, boyun eğdirme, başka bir halka egemen olma – müsabaka alanının dışında yer almaktadır. Modern savaşı yüceltmeye yönelik ne yazık ki çok iyi bildiğimiz genel eğilimler, aslında savaşı kutsal şanı sağlamak üzere tanrılardan gelen bir emir sayan ve düşmanların yok edilmesine dayanan Asur-Babil kavrayışının tekrarından başka bir şey değildir (Huizinga 1995:117). Bu fikre karşın Huizinga’ya göre savaşların kültür yaratmada oyun biçiminde çok derin bir etkisi olduğu kanaati vardır. Ona göre çarpışmalar, turnuvalar, düellolar özü itibariyle hem oyundur; hem de savaş. Huizinga bu konuyu şöyle açıklar.


Çarpışmayı bir oyun olarak adlandırmak, bizzat çarpışma ve oyunu ifade eden kelimeler kadar eski bir söyleyiş biçimidir. Oyun ve çarpışma kavramları, çoğu zaman fiilen iç içe girer. Kısıtlayıcı kurallara tabi olan her mücadele, bu sınırlandırmadan ötürü zaten bir oyunun biçimsel özelliklerini taşımaktadır; özellikle yoğun, enerjik ve aynı zamanda son derece aşikâr ve ilkel bir cins oyun söz konusudur. Yavru köpekler ve çocuklar, şiddet kullanımını sınırlandıran kurallara uyarak, “eğlenmek için” dövüşmektedirler. Ancak, oyunun izin verdiği sınırın, kan dökmeyi veya hatta ölümcül darbeyi dışta bırakması gerekli değildir. Ortaçağ turnuvaları, hiç tartışmasız bir çarpışma taklidiydi, yani bunlar bir oyundu; fakat en eski biçimi altında, tam ve mutlak bir şekilde “hissedilmiş” ve tıpkı Abner ve Joab gibi genç savaşçıların “oyun”unda olduğu üzere, ölümle sonuçlanmaya kadar varmıştır.

Kültürel işlev olarak çarpışma, her zaman sınırlandırıcı kuralları varsaymakta, oyunsal bir niteliğin kabulünü belli bir noktaya kadar talep etmektedir. Nispeten daha yakın dönemlerde bile, savaş bazen açıkça oyunsal bir biçime bürünmekteydi (Huizinga, 1995:115-6).”


Bununla birlikte eskinin savaşlarından örnekler verir. Yunan tarihinde Euboia (eğriboz) adasında, Khalkis ve Eretria kentleri arasındaki savaş tam anlamıyla bir müsabaka biçiminde işlemiş, çarpışma kurallarını hükme bağlayan resmi bir anlaşma Artemis tapınağına konulmuştur. Çarpışmanın yeri ve zamanı bu belgede belirtilmiştir. Mızrak, ok, sapan gibi fırlatılan silahlar yasaklanmış, yalnızca kılıç ve kargıya izin verilmiştir. Granet’ten alıntılayarak aktardığı Çin’de geçen bir diğer örnekte; Ts ve Tsin adlı iki senyör arasındaki mücadelede Tsin rakibine karşı üstün gelebilecek bir avantajı, savaşın şerefine hitap eden, şu kurallarına bağlı kalabilmek için reddetmektedir. “ölü ve yaralıları toplamamak insanlık dışıdır.” “saptanan zamanı beklemeden düşmanı gafil avlamak alçaklıktır (Huizinga 1995:124).”


Huizinga’ya göre “Eskinin savaşlarında önemli bir yere sahip olan düello özü itibariyle törensel bir oyun biçimidir, sınır tanımayan bir öfke anında aniden indirilen ölümcül darbenin kurala bağlanmasıdır. Düellonun yapıldığı yer oyunsal bir alandır; silahlar birbirinin tamamen aynı olmak zorundadır; düellonun başlangıcı ve bitişi bir işaretle belirlenir. Kaç el ateş edileceği veya kaç kılıç darbesi indirileceği hükme bağlanmıştır. Kan akması, tek başına, beklenen koşul olan şerefin temizlenmesi için yeterlidir (Huizinga 1995:122).”



Düelloların, çarpışmaların, turnuvaların oyuna olan biçimsel benzerliği dışında başka bir noktaya daha dikkat çeker. Örneklerini ortaçağ Hıristiyan şövalyeliği ve Japon samuraylarının yaşam biçimlerinden verdiği; şövalyelerin şeref kodu, kılıç kuşanması, arma tutkusu, unvanları ve yemin törenleri gibi etkinlikler hep bir oyun biçiminde gerçekleşmektedir. Rütbe alabilmek için verilen mücadele, kahraman olma isteği ve en önemlisi “sadakat” iyi bir oyuncudan beklenen ile iyi bir askerden beklenen ortak özelliklerdir. Böylelikle Huizinga’da kültür ile oyun arasındaki en derin ilişki savaş konusunda ortaya çıkar. Huizinga bu konuda bir diğer önemli noktayı da belirtir. “Yenme arzusu, şeref duygusunun dayattığı ılımlılıktan her zaman daha güçlü olmuştur. Ancak, kazanma ihtiyacı çarpışmalara öyle kaçınılmaz bir şekilde egemen olmaktadır ki, insanlığın kötü yanı hep serbest alan bulmakta ve düşünülebilecek her türlü hileyi kullanmaya kendini yetkili görmektedir (Huizinga 1995:128).


Burada belirtilmesi gereken bir diğer trajik durum 19. yüzyıldan itibaren sivil halka da saldırılabilen savaşlar Huizinga'ya göre uygarlık karşıtıdır. “Üstelik II. Dünya savaşının “oyunun symptomatic bir görünümü” olduğunu da yazmıştır (Oskay 2000:160).” “Altmış yaşını geçkinken6 Hollanda’yı işgal eden Nazilerin Huizingayı bu yüzden tutukladıklarını biliyoruz. Huizinga, uzun bir süre Nazi kamplarında kalmış; bu kamplarda vücudu beslenme bozuklukları yüzünden giderilmesi olanaksız bir hastalık geçirmiş; savaş sonrasında kurtarılamayarak bu hastalıktan ölmüştür (Oskay 2000:151).”


A.4) Sanatın Oyunsal Biçimleri


Huizinga, lirik sanatlar ile plastik sanatlar arasındaki farkı oyun üzerinden ele alarak tanımlar. Ona göre bu biçimdeki ayrım Helen zihniyetinde zaten belirgindir. Lirik sanatlar mousaların hükmündeyken, el emeğine dayalı olan plastik sanatlar mousalar ile ilgisiz ve hatta tanrısal bir iradeye bağlıydılar. Plastik sanatlar Hephaistos ve Athene Ergane’nin yetki alanındaydı. Böylelikle plastik sanatlarla uğraşanlar bizim bugün zanaatkar dediğimiz sınıfa dahil oluyor ve şairlere gösterilen ilgi ve itibardan yoksun kalıyorlardı (Huizinga 1995:202).


  • Oyun ve Şiir


Huizinga sanatlardan en çok şiiri yüce saymaktadır. Şiirsel biçimin tüm kültürlerde edebi düz yazıdan önce geldiğine dikkat çeken Huizinga'ya göre, eski bilimin şiirsel biçim kullanmasını, “kitaptan yoksun toplumların unutmamasını sağladığı”na dair katıksız yarar sağlama amacına bağlamak yetersizdir. Ona göre kültürün arkaik döneminde hayat deyim yerindeyse vezin ve kafiyeye dayalı olarak inşa edilmiştir. Eski Frizya hukukundan alıntıladığı pasaj çarpıcıdır. Bu pasajda bir yetimin malvarlığının satılma zorunluluğu şu şekilde ele alınmaktadır.


"İkinci zorunluluk şudur: Eğer bu yıl pahalılık olursa ve tehlikeli bir açlık ülkeyi istila ederse ve çocuk açlıktan ölecek olursa, anne bu durumda çocuğunun miras payını satmak ve çocuğu için bir inek, buğday vb. almak zorundadır..." "Üçüncü zorunluluk şudur: Eğer çocuk bir solucan gibi çıplak ve barınaksızsa ve kış soğukları ve kötü yıllar sökün ettiyse, bu durumda herkes kendi ocağına, evine ve sıcak yuvasına sığınır ve vahşi hayvan bedenini koruyabileceği ağaç kovuğu ve dağlarda sığınak arar. Bu durumda sübyan çocuk bağırır, inler ve üstünün başının olmamasından ve yuvasının yokluğundan yakınır ve onu açlığa ve kötü havaya karşı koruması gerekirken meşenin içine dört çiviyle hapsedilmiş olarak toprağın altında karanlık uçurumlara gömülü babası için ağlar."7


Burada metnin oyunsal bir istekle kasıtlı olarak değiştirilmediğine vurgu yapan Huizinga, şiirsel biçim olan manevi alana, adli ifadenin de ait olmasından kaynaklandığını, ayrıca geçerlilik özelliğini güçlendirmek üzere bir dizi imge geliştirildiğini belirtir. Huizinga eserinde bu duruma dair daha pek çok örnekler verip kuramını pekiştirir. Ona göre şiirin, yalnızca estetik bir işlevi olduğuna dair veya estetik alanda anlaşılır ve açıklanabilir olduğuna dair yaygın anlayışın terk edilmesi gerekmektedir. Serpilmiş ve canlı bütün uygarlıklarda ve özellikle de arkaik kültürlerde şiirin hayati, toplumsal ve dinsel bir işlevi vardır. Keza her ilkel şiir aynı zamanda ve eşanlı olarak, ibadet, törensel eğlence, toplu oynanan oyun, hayat bilgisi, bilmece veya bilmece çözümü, bilgeliğin öğretilmesi, ikna, büyücülük, kâhinlik, öngörü ve yarışmadır (Huizinga 1995:159). Huizinga’ya göre şair ise vates’tir.8 Yani, “cinlere karışmış ilham alan ve vecd halinde biridir. Eski Arapların dediği gibi bilge’dir (Sja’ir: şair)”. “Şair-sanatçı figüründen, yavaş yavaş kahin, rahip, falcı, gizbilimci, zanaatkar-şair, filozof, yasa koyucu, hatip, demagog, sofist, sözbilimci figürü ortaya çıkar (Huizinga 1995:151).”


Huizinga'ya göre; “poiesis9 oyunsal bir işlevdir. Zihnin oyunsal bir mekânında, zihnin kendine yarattığı özgün bir evrede, şeylerin “gündelik hayat”takinden farklı bir görünüme büründükleri ve mantık bağlarından farklı bağlarla birbirlerine bağlandıkları bir alanda yer almaktadırlar. Eğer ciddiyet, sadece aklı başında hayat terimleri içinde ifade edilen şey olarak kavranırsa, şiir bu durumda asla tamamen ciddi olamaz. Ciddiyetin ötesinde; çocuğa, hayvana, vahşiye ve kaçığa özgü olan ilk alanda; düş, coşku, sarhoşluk ve gülme alanında yer almaktadır. Şiiri anlayabilmek için, tıpkı sihirli bir elbise giyer gibi, çocuk ruhuna bürünmek ve çocuksu bilgeliğin yetişkininden üstün olduğunu kabul etmek gerekir (Huizinga 1995:149-50).”


Huizinga'ya göre; “Şiir, ilkel kültürlerin unsuru olan başlangıçtaki işlevi içinde, oyun esnasında, oyun olarak doğmuştur. Kutsal bir oyundur, ama bu karakterine rağmen hep zıpırlığın, şakanın ve hoşça vakit geçirmenin sınırında yer almaktadır (Huizinga 1995:152).”

Huizinga, şiir çeşitlerinin çok sayıda olmasına karşın, her zaman ve her yerde hepsine rastlanabileceğini belirtir. Bu biçimlere ve konulara o kadar alışığızdır ki, bunların başka biçimlerde değil de, böyle belirlenmiş olmasının genel nedenlerini nadiren araştırırız. “Şiirsel ifade biçimlerinin, insanlığın bütün dönemlerinde görülen bu aşırı benzerliği, özellikle tüm kültürel hayattan daha eski ve daha ilkel bir işlevin varlığına bağlanabilirmiş gibi gelmektedir; biçimleri yaratan bir söz ifade yeteneği köklerini buradan almaktadır. Bu işlev, oyundur (Huizinga 1995:163-4).”

Huizinga’ya göre; efsane, oyun alanının içinde, şiirle birlikte doğmuştur; gerçekten meydana gelmiş olduğuna inanılan olayları hayal gücünün olanakları içinde dile getirmektir. Rasyonel olarak tarif edilmeleri olanaksız olabilir, en derin ve en dinsel anlamla dolu olabilir, ancak ciddi olarak nitelenip nitelenemeyeceğinin yanıtı; şiir ne kadar ciddiyse, efsanenin de o kadar ciddi olduğudur. Yine bu, aşağı bir alanda oldukları anlamına gelmez. Efsane oynanırken aklın ulaşamayacağı zirvelere çıktığı da olmaktadır (Huizinga 1995:160-1).


Huizinga’ya göre; dil yerine “konuşma dilinin dikeni”, toprak yerine “rüzgârların ini”, rüzgâr yerine “ağaçların kurdu” diyen kişi, dinleyicilerine yavaş yavaş çözecekleri bir yığın bilmece sunmuş olmaktadır. Şiirin bilmeceyle olan bağlantısının çok sayıda başka gösterge ile ortaya konulduğunu belirten Huizinga'ya göre; şiir dilinin imgeler aracılığıyla gerçekleştirdiği şey bir oyundur. Bu dil onları yüce diziler halinde düzene sokar, bu düzenin içine esrar yerleştirir; öylesine ki, her imge oyunu bir bilmeceye karşılık düşer (Huizinga 1995:166).


Huizinga; “şiirsel yaratı faaliyetlerinin tümünün –söylenen veya terennüm edilen söylevin vezinli veya ritmik olarak bölünmesinin, ses veya ölçü uyumundaki etkili vurgunun, anlamın gizlenmesinin ve cümlenin ustaca kurulmasının- bu oyun alanına ait olduğunu reddetmek mümkün değildir.” der ve şöyle bağlar.


“Şiiri, Paul Valéry gibi, bir oyun olarak, bir kelime ve dil oyunu olarak tanımlamak hiç de bir metafor değil, bizatihi şiir kelimesinin en derin anlamının açığa çıkartılmasıdır (Huizinga 1995:164).”


Huizinga’ya göre; şiir ile oyun arasındaki bağlantı sadece söylevin dış yapısıyla ilgili değildir. Şiirsel -veya genel olarak edebi- bir verinin ana teması, örneklerin çoğu itibarıyla, kahramanın yerine getirmesi gereken bir ödeve, geçmesi gereken bir sınava, aşması gereken bir engele ilişkindir. Bir anlatının eylemde bulunan kişisine “kahraman” denmesi, bizi agonal oyun alanına götürür. Kahramanın kimliğini gizlemesi, maske takması gibi tutumlar içyapının da oyun ile ayrılmaz bütünlüğünü gözler önüne serer (Huizinga 1995:164-5).


  • Oyun ve Müzik


Müzik aleti çalmanın, Arapça’da, Germanik dillerde, bazı Slav dilleriyle, Fransızca’da oyun adını aldığına dikkat çeken Huizinga, bunu oyun ile müzik arasındaki derin psikolojik temelin bir göstergesi kabul eder. Müzik ile oyun arasındaki ilişkinin şiir ile olan ilişkiden daha sıkı olduğunu şöyle belirtir. “Söz, şiiri tamamen oyunsal olan alandan kısmen alarak, onu kavram ve yargı alanına dâhil edebilecek durumdayken, müzik bütün olarak oyun alanında kalmaya devam etmektedir (Huizinga 1995:194).” Müzik ile oyun arasındaki bağlantıyı iki kavramda da ortak bulunan kategorileri ortaya koyarak başlar. Müzikte, oyunda; gündelik hayatın mantığının dışında, gereklilik ve yararlılık alanının dışında, oyun, akıl, ödev ve hakikat ölçülerinin dışında bir geçerliliğe sahiptir. İkisinin de biçim ve işlevinin geçerliliği ritm ve armoni tarafından belirlenmektedir. Huizinga’ya göre müzik; “İster eğlendirmeye ve neşe vermeye yarasın, ister yüce bir güzelliği dile getirsin, isterse kutsal bir ayin karakterine sahip olsun, her zaman bir oyun olarak kalmaktadır (Huizinga 1995:197-8).”

Bununla birlikte müzikal hayatın agonal niteliklerinin, her zaman ne iseler öyle kalmış olduğunu belirten Huizinga’ya göre hiçbir sanat yarışma unsurunu müzik kadar aşikar hale getirmemiştir. Apollon ile Marsyas’tan günümüze kadar bu yarışmalar düzenlenmiş, başka hiçbir alanda bu denli çıkar grupları oluşmamıştır. Müziğin yüksek sanatsal içeriği ve derinlemesine canlı anlamı, birçok estetik değerin bilincine varmamıza neden olan romantizm sayesinde daha geniş çevrelerce tanınmıştır (Huizinga 1995:201-2).


  • Oyun ve Dans


Hem lirik sanat hem de plastik sanat sayılabilecek dans10 için Huizinga; “Sonuçta müziğe ilişkin şeyler, sürekli olarak oyun çerçevesinde kalıyorsa, müziğin ikizi olan başka bir sanat -dans- için bu durum haydi haydi geçerlidir. İster ilkel halkların kutsal ve büyülü dansları, ister Yunan ibadeti içinde yer alan danslar, isterse de kral Davud'un anlaşma sandığı (İbranilerin yasa levhalarını sakladıkları çok değer verilen sandıklar) önünde yaptığı dans olsun, veya herhangi bir dönemde, herhangi bir halkın eğlenmek amacıyla yaptığı dans olsun; dans, kelimenin tam anlamıyla, en mükemmel bir oyun, oyunsal biçimlerin en saf ve en tam olanlarından birinin ifadesi olarak kabul edilebilir. Hiç kuşkusuz, oyunsal nitelik tüm dans biçimlerinde bu kadar mutlak bir şekilde ortaya çıkmaz. En açık olarak, bir yandan rondoda ve figürlü dansta, diğer yandan da bireysel dansta, ve nihayet dansın temsil, gösteri ve tablo olduğu veya menuet yahut kadrilde olduğu gibi ritmik kompozisyon ve hareket biçimini aldığı yerde ortaya çıkar (Huizinga 1995:200-1).” demektedir. Oyunsal karakterin günümüz dansında kaybolmakta olduğunu da belirtir. Dans ile oyun arasındaki ilişki Huizinga’ya göre nettir ve bunu şöyle belirtir.


Dans ile oyun arasındaki bağlantı sorun çıkartmamaktadır. Bu bağlantı o kadar aşikâr, o kadar sıkı ve o kadar tamdır ki, bunu ayrıca tasvir etmenin gereği yoktur. Dans ile oyun arasındaki bağlantı bir katılmaya değil, bir kaynaşmaya, esasa dair bir özdeşliğe ilişkindir. Dans, bizatihi oyunun özel ve çok mükemmel bir biçimidir (Huizinga 1995:201).”



  • Oyun ve Plastik Sanatlar


Huizinga’ya göre lirik sanatlar ile plastik sanatlar arasındaki en derin fark; lirik sanatlarda oyunun aşikar olmasına karşılık, plastik sanatlarda yer almamasıdır. Bu zıtlığın başlıca nedeni, gerçek estetik faaliyetin lirik sanatlar açısından icranın içinde yer almasından kaynaklanmaktadır. Lirik sanatlarda eser önceden bestelenmiş ve notaya dökülmüş olsa bile icranın içinde tadılmaktadır. Plastik sanatlarda ise malzemeye olan bağımlılık ve bu malzemenin dayattığı biçimsel olanakların sınırlılığı nedeniyle bu sanatlar özgür oyun oynayamazlar. Mimar, heykeltraş, ressam, çizimci, çömlekçi yahut bezeme sanatçısı sabırlı, deneyerek ve kendini sürekli düzenleyerek, emek sarf ederek bir şey üreten kişinin ciddi ve sorumluluk taşıyan niteliğiyle, estetik güdüsünü malzemenin içine yerleştirmektedir. Böylelikle her tür oyun kavramı ona yabancıdır. Huizinga’ya göre plastik sanatlar oyun alanının tamamen dışındadır. Açılış temel atma törenleri, sergiler, sanatsal mekanizmanın bir parçası değildir ve bunlar çok yakın tarihlerde ortaya çıkmışlardır.

Huizinga, plastik sanatları oyunla ilişkisiz görmesine karşın bazı bakımlardan konunun tartışmalı olabileceğini belirtir. Can sıkıcı bir toplantıda elinde kalem bulunan kişilerin bir kağıda çizgiler çizmek ve karalamaktan ibaret gayriihtiyari ama az çok bilinç unsuru da içeren eylemine oyun denebilir (Huizinga 1995:.201-5).

Huizinga'ya göre plastik sanatların esas oyunsal unsuru, bu sanatların yarışmanın içinde ve onun sayesinde mi geliştiği sorusudur. Bu konudaki fikrini şöyle sonuçlandırmaktadır.


Yarışmaların dünya çapındaki uzun tarihöncesi dönemi bilinmezse, sanat alanında bugün bile süren yarışma âdetinin, yalnızca yarar nedeniyle yapıldığı düşünülebilir. Bir belediye konağı yapımı için yarışma açılmaktadır, sanat okulu öğrencileri bir burs için yarışa sokulmaktadırlar. Buradaki amaç buluş yapma yeteneğini teşvik etmek veya en iyi niteliklerin ortaya çıkmasını sağlamaktır ve bunu yaparken de en iyi nitelikli sonuç hedeflenir. Fakat, bu cins yarışmaların uygulamaya dönük nedenleri gene de alanın tümünü kapsamamaktadır. Arka planda, her zaman yüzlerce yıllık oyunsal işlev yer almaktadır. Tarihsel örneklere ilişkin olarak, yararın mı, yoksa agonal tutkunun mu öncelikli olduğunu kimse belirleyemez: Örneğin 1418'de Floransa kenti bir kubbe yaptırarak, katedralin tamamlanması için yarışma açtığında ve Brunelleschi on üç yarışmacı arasından ödülü aldığında, ortada böyle bir sorun vardır. Oysa, böylesine cüretkâr bir kubbe yapmaya insanı hiçbir çıkar yöneltmez. Bundan iki yüzyıl önce, aynı Floransa kenti, soylu aileler arasında uzlaşmazlık ve rekabet konusu oluşturan kulelerden bir ormana dönmüştü. Sanat ve savaş tarihi, şu anda Floransa'daki kuleleri, savunmaya yönelik yapılardan çok "gösteriş kuleleri" olarak kabul etmeye eğilimlidir. Ortaçağ kenti, muhteşem oyunsal fikirlerin gerçekleştirilmesine izin vermekteydi (Huizinga 1995:209).”


A.5) Felsefenin Oyunsal Biçimleri


Felsefe ve oyun kavramlarını birlikte ele alırken, merkeze yunan sofistini koyan Huizinga; sofistten daha önce ele aldığımız biçimiyle vates figürünün hafifçe sapmış devamını anlamamız gerektiğini ve sofistin Aeschylos’ta, Prometheus ve Palamedes gibi bilge kahramanları işaret etmekte olduğunu unutmamak gerektiğini hatırlatır. Bunlar keşfettikleri ve insan hizmetine sundukları bütün sanatları iftihar ile sayarlar. Bu övüngenliğe örnek olarak verdiği Hippias Polyhistor ismindeki sofist, kendini bilgi küpü, bellek üstadı olarak görmekte, giydiği her şeyi kendi yapmış olmakla övünmekte, en iyi şekilde nutuk atmak ve sorulacak her soruya cevap vermek üzere, inceden inceye her konuda konuşmaya hazır ve kendinden ustasına hiç rastlamadığını iddia etmektedir.11 Sofistin sahneye girişine epideixis denmekte, bu kelime temsil, sergi, gösteri anlamına gelmektedir. Seyirciler iyi atılan laf karşısında gülmekte ve alkışlamaktadırlar. Rakipler birbirlerini nakavt etmekte hatta verilecek her cevabın yanlış olacağı, tuzaklı sorular sormakla övünmektedirler. Huizinga’nın Euthydemus’tan aktardığı biçimiyle bunlar bir söylev maçıdır. Bir oyundur ve böylelikle sofistlerin faaliyeti spor alanında kalmaktadır. Hatta Gorgias, Helena Methiyesi’ni bir oyun olarak adlandırmış ve Doğaya Dair adlı incelemesi, bir hitabet oyunu olarak değerlendirilmiştir (Huizinga 1995:181-2).12


Huizinga; “Çeşitli tuzak tipleri farklı teknik adlandırmalar altında sınıflandırılmaktadır. “Her yerde ve hiçbir yerde hep aynı kalan nedir?” Cevap: “Zaman”. “Sen, benim olduğum şey değilsin. Öte yandan, ben bir insanim. Demek ki sen bir insan değilsin.” Bütün bu tür tuzaklar, rakibin “ama, ancak” bile demeden, zımnen kabul edeceği oyun mantığı tarafından sunulmuş oyunsal bir koşula dayanmaktadır. Bu önermeler uslüp açısından ritm, tekrar, paralellikler vs. ile birlikte sanatsal biçimler halinde geliştirilebilir (Huizinga 1995:183)” demekte ve şunu da eklemektedir. “Bu oyunlar ile Sokrates türü felsefi diyalog arasındaki geçişi hissetmek mümkün değildir. Sofizm, eğlendirmeyi amaçlayan yaygın bilmeceye yakın olduğu kadar evrene ilişkin kutsal bilmecelere de yakındır. Ve bizzat yunanlılar da, bütün bunların oyun alanında yer aldığının hep bilincinde olmuşlardır (Huizinga 1995:183).”


Huizinga; felsefenin, Platon ve muhatapları için de zevkli bir zaman geçirme yolu olduğunu belirtmekte ve Platon’dan yaptığı alıntıda, Callicles; “İşte, hakikat bu; daha üstün işlerle uğraşmak üzere felsefeyi bırakırsan anlayacaksın bunu. Çünkü felsefe, gençken aşırıya kaçmadan uğraşılacak olursa hoş bir şeydir, ama gerektiğinden fazla uzarsa, insan için zararlı olur.” demektedir. Huizinga’ya göre, bizzat felsefenin ve bilgeliğin ölümsüz temellerini atanlar için, felsefe, bir gençlik oyunu olarak değerlendirilmekteydi. Felsefe Platon için soylu bir oyundu (Huizinga 1995:186).

Huizinga eserinde Yunan uygarlığından sonraki dönemlerde tartışma ve tumturaklı sözlerin fiili oyunsal niteliğinin, bir olgu olarak, birbirine çok benzeyen biçimler altında tekrarlanmakta olduğunu ve batı uygarlığının Yunan modeline bağlı kaldığını belirtir.188 Sonuç olarak “Felsefe de dahil bilim, doğası gereği polemik niteliklidir ve polemik unsur agonal unsurdan ayrılamaz (Huizinga 1995:192).”


Şimdi felsefenin oyunsal biçimleri altında bu konuyu biraz daha netleştirebileceğimiz başlıklara değinelim.


  • Oyun ve Bilgelik


Huizingaya göre bilgelik; birinci olmaya yönelik tutkulu isteğin, toplumun bu arzuya sunduğu tatmin olanaklarının çeşitliliğinin bir biçimidir. İlkel insana göre bir şeyi yapabilmeye denk gelen güç, bilgi tarafından tamamlandığında büyülü bir güç olarak görülmektedir. Her bilgi aslında dünyanın düzeniyle ilişki içindedir. Bu nedenle, dinsel bayramlarda bilgi yarışmaları yapılmaktadır ve bunlar ibadetin esas unsurunu meydana getirmektedir. Bunlar genellikle bilmece biçiminde gelişmektedir. Felsefe, oyun, bilgelik arasındaki ilişki adına şu alıntı önemlidir (Huizinga 1995:134-5).


''Varoluşun sırları karşısındaki düşünce taşkınlığı ile kökensel heyecan ürünleri karşısında; kutsal bir şiir, deliliğe kayan bir bilgelik, en derin mistisizm ve esrarlı sözler arasındaki sınırı çizmek bize düşmemektedir. Bu eski şair-rahiplerin sözleri, bize olduğu kadar onlara da kapalı kalan bilinemezin kapıları önünde sürekli olarak beklemektedir. Bu konuda şunları söylemek mümkündür: Bu ibadete ilişkin yarışmalarda, felsefe boşuna bir oyundan değil de, kutsal bir oyunun bağrından doğmuştur. Bilgelik, kutsal bir sınav olarak uygulanmaktadır. Felsefe burada, oyun biçiminde doğmaktadır. Evrenin yaratılması sorunu, insan zihninin en öncelikli meşguliyetlerinden biridir. Deneysel çocuk psikolojisi, altı yaşında bir çocuk tarafından sorulan soruların çoğunun genellikle evrenin yaradılışına ilişkin olduğunu bize göstermektedir: Suyu kim akıtıyor, rüzgâr nereden geliyor; soruların diğerleri de ölüm durumu vb. hakkındadır (Huizinga 1995:137).”13



Bilmecelerin kutsal karakterlerine mitolojilerde sıkça karşılaşıldığına dikkat çeken Huizinga özellikle ödülü hayat olan bilmecelere örnekler vermektedir. Eski Hint’te Kral Janaka’nın düzenlediği ve bilge Yajnavalkya’nın kazandığı, yunanda Calchas ve Mopsus isimli kahinlerin yarışması, eddalar geleneğinde Odin ve bilge dev Vafthrüdnir arasındaki yarışma, yine Thor ve cüce alvis arasındaki yarışmalar hep hayat memat meselesi olmuş kaybedenler ölmüştür. Kral Menandros ile Arhat Nagasena arasındaki sohbet ise şöyle başlamaktadır.


“—Saygıdeğer Nâgasena, benimle sohbet eder misiniz?

Eğer majesteleri benimle, bilgelerin konuştukları gibi sohbet edeceklerse razıyım, ama eğer benimle kralların konuştukları gibi konuşacaklarsa razı değilim.

Bilgeler nasıl konuşurlar, Saygıdeğer Nâgasena?

Bilgeler, kralların tersine, zor bir duruma düştüklerinde rahatsız olmazlar (Huizinga 1995:143).”


Bilmecelerin eğlendirici ya da öğretici bir amaçla, edebi nitelik altında ortaya çıkan biçimlerinden bazılarının özel dikkati hak ettiğini belirten Huizinga, bazı bilmecelerin öncelerde ciddi olup sonradan şakaya dönüştüğü gibi bir düşüncenin yanlış olacağını, zevk veya kutsal alanda dallanıp budaklansa da bilmecelerin bir oyun olduğunu özellikle belirtmektedir. Syf 140-141 Yunanlıların bulmaca oyunu ile felsefenin kökenleri arasındaki ilişkinin daima farkında olduğunu da belirtir. Karanlık filozof Herakleitos’a göre doğa ve hayat bir griphos yani bilmeceyi temsil etmektedir (Huizinga 1995:146).




  • Hayal Gücünün İşlevi


Huizinga'ya göre tüm efsanevi oluşumların ve hemen tüm şiirin ruhu, bedensel olmayanın veya cansızın kişileştirilmesine dayanmaktadır. Zihnin canlı varlıklardan meydana gelen, zihinsel bir dünya yaratmasına yönelik, doğuştan gelen eğilimine zeka oyunu adını verir. Hindu germen ve yunan mitolojilerindeki yaratılışlardan örnek veren Huizinga niteliklerin kişileştirilmesinin, insanın kuşatıldığını hissettiği güç ve iktidarların, zihinde yarattığı kökeni hatırlanmayacak kadar eskilerdeki işlevlerine ait olduğunu belirtir. Zihin, insanbiçimliliği kavramadan önce, doğanın ve hayatın sırları ve azameti karşısında duyduğu alt üst oluşun dolaysız etkisiyle, onu baskı altına alan veya coşturan şeylere bulanık adlar vermektedir. Onları varlık olarak görmekte, ama henüz pek temsil edememektedir.14


Hesiodos’un uğursuz Eris’in çocukları olarak saydığı Emek, Unutkanlık, Açlık, Acılar, Ölümcül Darbeler ve Cinayetler, Kavgalar, Aldatma, Haset, Okeanus’un kızı Styx ile titan Pallas’ın çocukları Kratos ve Bia (güç ve şiddet) sürekli Zeus’un evinde oturmaktadır. Bununla beraber daha çok yakın tarihlerde Assissi’li Aziz Francesco, nişanlısı olan Fakirlik’i yüceltmektedir.


Kişileştirmenin gündelik hayatımızda bile bağımlı olmayı sürdürdüğümüz zihinsel bir alışkanlık olduğuna dikkat çeken Huizinga, takamadığımız bir kol düğmesine insani sıfatlarla hitap etmeyi bu duruma örnek verir ve bunun oyunsal bir tutum olduğundan şüphe duymaz. Daha da ötesi bu kişileştirme ve alegoriler için şu soruyu sorar. (Huizinga 1995:170-2)


Kişileştirmeye ve alegoriye ilişkin anlayışlar, daha da önemli bir probleme malzeme sağlamaktadır. Günümüz felsefesi ve psikolojisi acaba alegorinin ifade araçlarını terk etmiş midir? Yoksa, kökeni hatırlanamayacak kadar eskilerde olan alegori, ruhun gördüklerini, zihnin tutumlarını tanımlamayı amaçlayan şu bilimler tarafından kullanılan terminolojinin içine hep sızmış mıdır? Yoksa gerçekte, alegorisi olmayan mecazlı bir dil hiç olmamış mıdır? (Huizinga 1995:174)”



  • Oyun ve Bilim


Felsefenin ve bilimin eski bilmece oyunlarından geliştiğini öne süren Huizinga'ya göre, bilimin XVI. yy ile XVIII. yüzyıllar arasında yaşadığı yeniden doğuş sürecinde, oyunsal çizgisi gerilemiştir. Arkaik dönemde bilgelik ve bilim hep agonal niteliktedir. Bilimin de keza polemik nitelikte olduğunun kanıtlarla gösterilmiş olduğunu vurgulayan yazar buna karşılık olarak bir buluş veya kanıt yoluyla, bir başka bilim adamını geride bırakma arzusu ön plana çıktığında bunun kötü işaret sayıldığını belirtmektedir. “Bilimde, araştırma yoluyla hakikate ulaşma susuzluğu duyan kişi de aynı biçimde, bir hasmına karşı zafer kazanmaya pek kulak asmamaktadır (Huizinga 1995:242-3).”


Modern bilimin oyunsal içeriğini tartışırken, şu ana kadar tartışılanlardan hareketle herhangi bir bilimi, bir oyun olarak atfetmenin çok basit olacağını belirten Huizinga; buna karşılık oyunun bilimden farkını söyle açıklar.


Oyun geçicidir, sonuna kadar oynanır ve kendinin dışında özgül bir amacı yoktur. Gündelik hayatın taleplerinden kopmuş olan neşeli bir gevşeme bilinci tarafından beslenir. Bütün bunlar bilime uygulanabilir nitelikte değildir. Nitekim bilim, evrensel değeri olan genel bir gerçeklikle temas noktası aramaktadır. Bilimin kuralları, oyununkiler gibi sonsuza kadar geçerli değildir. Bilimin kuralları deney tarafından sürekli yanlışlanarak değişmektedir. Bir oyunun kurallarını yanlışlamak mümkün değildir. Oyunu değiştirmeden kuralları değiştirilemez.


Bunlara bağlı olarak, şöyle bir sonuca ulaşmak için bütün nedenler bulunmaktadır: her bilimin bir oyundan başka bir şey olmadığının söylenmesi, şu an için devre dışı bırakılması gereken boş bir iddiadır (Huizinga 1995:242).”




A.6) Çağdaş Kültürde Oyun


Yazar, sportif müsabaka biçimlerinin yüzyıllardan beri aynı kalmış olmasına karşın, kuralların daha kesin hale gelmiş ve incelikli kılınmış olmasını, oyunun sistemleştirilmesini ve sürekli artan disiplinini göstererek, oyunsal içeriğin uzun dönemde yok olacağı öngörüsünde bulunmaktadır. Profesyoneller ile amatörler arasındaki fark, profesyonelin tutumunun artık bir oyun tavrı olmaması, kendiliğindenliğini ve tasasızlığını kaybetmesidir. Böylelikle eskiden hiç düşünülemeyecek rekorlar kırılmasına, katılanların ve seyircilerin gözünde sahip olduğu büyük öneme rağmen, spor, eski oyunsal faktörün tamamen ortadan kalktığı kısır bir işlev olmuştur. (Huizinga 1995:234-6)


Sporu erken dönemlerde katıksız oyun olarak belirten Huizinga, bu faaliyetlerin çok yüksek bir teknik örgütlenme, malzeme ve bilimsel düşünce düzeyine çıktığını, oyunun ikincil nitelik haline geldiğini, buna karşılık ticaretin oyun alanında hiç bulunmamış olmasına karşın, endüstriyel üretimin sportif bir karaktere büründüğünü ortaya koymaktadır. Huizinga'ya göre büyük firmalar üretimlerini artırabilmek amacıyla sportif unsuru kendi alanlarına bilinçli bir şekilde taşımaktadır. Büyük firmalar yalnızca mesleki niteliklerine göre değil, takımlarına uygun özellikleri de düşünerek işçi almaktadırlar. Huizinga bu durumu sürecin tersine dönmesi olarak nitelemektedir. (Huizinga 1995:238-9) Huizinga, çağdaş sanayi toplumunun insanlığa ne getirmiş ve getirmekte olduğunu, kendisince, şöyle anlatmıştır.


Mekanikleşmiş bir yaşam, ticarileşmiş ve niteliklerini yitirmiş bir kültür yaşamı, vülger bir materyalizm, metafizik olan herşeye karşı budalaca bir düşmanlık ve yoğun bir anti-intellectualism yüzünden insansal olan herşeyin; insanın yiğitliği, gücü, yaratıcılığı, oyun becerilerinin, tümüyle, yarışmacı, mal düşkünü (temellükçü), paraya tutkun, yaşamının her yanı örgütlenmiş bir toplumun egemenliği altına girmiş bulunduğu [bir hayat] (Oskay 2000:158).”15


Sanatı ise tamamen özerk ve olağanüstü yüksek bir kültür değeri olarak görme eğilimi artmıştır. Sanatçının üstün bir varlık olduğu kavrayışı her yere sızmış, züppelik halkın üzerinde güçlü bir etki yapmaya başlamıştır. Mekanikleşme, reklam ve etki peşinde koşma gibi unsurlar sanatı avuçlarına almıştır, çünkü sanat artık daha doğrudan bir şekilde piyasa için çalışmakta ve daha fazla teknik olanaktan yararlanmaktadır. Sanatın kendi yüceliğinin farkına varması saflığından ve basitliğinden bir şeyler eksiltmiştir. Olağanüstü bir varlık olarak kabul edilen sanatçı kendisine saygı beklemekte, eskilerde olduğu gibi hayranlar topluluğuyla kapalı bir cemaat oluşturma isteği, izm ile biten bir parola tarafından özetlenmektedir. (Huizinga 1995:240-1)


Huizinga'ya göre modern kültür artık hiç “oynanmamakta” oynadığı düşünülen yerlerde ise hile yapılmaktadır. Böylelikle günümüzde oyun ile oyun olmayan arasındaki ayrım zorlaşmaktadır. (Huizinga 1995:246) Ergin yaştaki insanlardan oluşan kitleleri, onları akılca çocuklaştırmayı amaçlayan bir önderin önünden resmi geçit yürüyüşüyle geçirerek kendini beğenmiş önderi selamlatmayı amaçlayan yürüyüşler; kitlelerin pazubentler takması; doymak bilmez ve anlamsız şevklendirmelerle ve kaba heyecanlandırmalarla yapılan kitlesel gösteriler ve mitingler de, Huizinga'ya göre, oyun olmayıp, ergin yaştaki insanların akılca çocuklaştırılmalarıdır. Kendiliğindenlikli oluşu, özgürce yapılabilmesi ve katılanların bilinçliliklerini koruyabilmeleri bakımından oyun öğesinden yoksun kılınmış bu tür etkinlikler için kurulmuş kulüpler ve birlikler ise, Huizinga'ya göre, bunlar üyeleri arasında "nahif arkadaşlıklar" oluştursalar bile, bu tür topluluklara girenlerde sekterciliğe yolaçmakta; insanların, toplumun geri kalan kısımlarına karşı hoşgörüsüzlük ve kuşku duymalarına neden olmaktadır. Bu gibi kişiler kendilerini sevmeye yönelmekte; ya da grup bilinçlerini "okşayan" illüzyonlara kapılmaktadırlar.

Ayrıca, "kentlere, fabrikalara, kombinalara, devlet çiftliklerine devrimci isimler koymak; izcilik kuruluşları kurmak, hele hele kitleleri "kaz gibi yürütmek" oyun öğesinden bütünüyle yoksun şeylerdir. Çünkü "oyunun" tersine, bunlar insanı "aşağılatıcı" şeylerdir. Özellikle kaz adımlarıyla yürümek, resmi geçitler yapmak "sadece recreation olarak kalmaz; bunlara katılanları piyade müfrezelerine dönüştürür Oskay 2000:150-1)."16


Böylelikle sonuca varan Huizinga; gerçek kültürün belli bir oyunsal içerik taşımadan varolamayacağını, kültürün kendini serbestçe rıza gösterilen sınırların içine kapatılmış olmayı gerektirdiğini belirtir. Kültür, bu kurallar nedeniyle her zaman belli ölçüde oynanmış olacaktır. Gerçek uygarlık her zaman fair play talep etmekte, fair play ise iyi niyetin oyunsal terimi olmaktadır. (Huizinga 1995:251)


B) HOMO LUDENS KURAMI TARTIŞMALARI


B.1) Etkilenen isimler


Bir dil bilimci ve tarihçi olan Huizinga’nın kuramından hareketle birçok araştırma yapılmış, oyun olgusu tartışılmıştır. Roger Caillois ve Metin And Huizinga'dan hareketle araştırma yapan kişilere örnek verilebilir. Bununla birlikte And'a göre “Daha sonraki yıllarda Montessori ve Piaget'e aynı görüşü teorilerinde kullanmışlardır” (And 1974: 14) Eğitim bilimcilerin yanı sıra “Günümüzde ise, Daniel Bell, David Riesman ve Gregory P. Stone, vb. gibi birçok düşünürlerce gitgide daha çok üzerinde durulan Huizinga'nın bu görüşleri, günümüz toplumlarında fantazya, şiddet, pornografi, spor, ve kitlesel illüzyonlar gibi sorunlarla ilgili olarak daha da ilginçleşmektedir. ...Daniei Bell'e göre, Huizinga'nın ilginçliği, "insanın ve toplumun tarihini toplumsal yaşamın üslûbu açısından; insanın ölüme, doğaya, aşka, sevgiye ve zulme bakışı açısından" anlatarak, toplumsal değişim sorununu "üzerinde pek durulmayan yanları ile elealmış oluşudur (Oskay 2000:158-9)."17


  • Caillois'ya göre Huizinga:


Caillois'e göre Huizinga'nın eseri her ne kadar önermeleri yönünden yadsınabilir bir eser olsa da araştırma ve düşünümleme için alabildiğine verimli yollar açmıştır. Oyunun temel vasıflarının bir çoğunu yetkinlikle çözümlemiş ve uygarlığın gelişmesindeki rolün önemini kanıtlamıştır. Caillois'e göre Huizinga oyunun temel niteliğinin tanımını vermiş, felsefeden sanatlara, yargısal kurumlardan şiire ve efendice savaşın (guerre courtoise) belli görünümlerine kadar, her kültürde rastlanan temel dışavurumlarda, oyunun bu dışavurumlardan ayrılmayan ya da bunları canlandıran payını açığa çıkarmıştır. Buna karşılık Huizinga oyunların betimlemesine ve sınıflandırmasına boş vermiştir. “Eseri, oyunlar üzerine bir inceleme değil, ama kültür alanında zihnin oyuncu yönünün verimliliği, daha doğru bir deyişle belli bir tür oyunu, kurallaştırılmış yarışma oyunlarını yöneten zihnin verimliliği üzerine bir araştırmadır (Caillois 1994:35).”demektedir. Caillois, Huizinga'nın, bizim de daha önce alıntıladığımız, oyun tanımından hareket ederek kendi düşüncelerini aktarıyor. Bizde bu tanımı okuyucuya kolaylık sağlaması için tekrar aşağıya aktarıyoruz.


"Form açısından, demek oluyor ki oyunu, özetle, uyduru[kurgusal] olarak hissedilmiş ve gündelik hayatın dışında konumlanmış, bununla birlikte oyuncuyu bütünüyle kendinde yoğunlaştıracak yetide, özgür bir edim olarak tanımlamak mümkündür; her türlü maddesel çıkardan ve her türlü yararlılıktan kurtulmuş bir edim; özellikle çevrilmenmiş bir zamanda ve bir mekan içinde yerine getirilen, belirlenmiş kurallar uyarınca düzen içinde cereyan eden ve insan ilişkilerinde kendilerini bile isteye gizemlerle çevreleyerek ya da kılık değiştirerek alışılmış dünya karşısındaki tuhaflıklarını vurgulayan gruplar yaratan bir edim. " 18(Huizinga, Akt. Caillois 1994:35)


Caillois'e göre bu tanımdaki bütün sözcükler değer taşımasına ve anlam dolu olmasına karşın bu tanım hem fazla geniş hem de fazla dardır. Caillois'e göre giz-gizem ile oyun arasındaki yakınlığı kavramış olmak övülesi ve verimli olmakla beraber bu sözcükler bu tanıma girmemeliydi. Caillois bu durumu şöyle açıklamaktadır. “Şüphesiz, giz, gizem, nihayet kılık değiştiren kişi, bir oyun faaliyetine katılmaktadırlar, ancak bu faaliyetin ister istemez gizin ve gizemin zararına olarak işlediğini de hemen eklemek uygun olur. Oyun faaliyeti gizi, gizemi açığa çıkarır, yayımlar ve, bir tür, harcar onları.” Burada Caillois'in harcama kelimesini vurgulaması anlamlı; çünkü Caillois için, 'harcama' daha geniş bir biçimde oyunla ilişkilidir. Caillois'e göre oyun faaliyeti gizi bizatihi doğasından saptırma eğilimindedir. Buna karşılık giz, maske, kostüm kutsayıcı işlev taşıdığında ortada oyun değil kurum vardır demektedir. Caillois'e göre gizem ya da uyduru olan herşey, doğası gereği oyuna yakındır ancak uydurunun ve vakit geçirmenin payını öne çıkarmak gerekmektedir. (Caillois 1994:35)


Caillois, Huizinga'nın oyun çözümlemesini eleştirdiği diğer bir nokta, onun oyunu “her tür maddi çıkardan arınmış bir edim” olarak gösteren bölümdür. Huizinga tanımında bahisleri ve şans oyunlarını tümüyle dışarıda bırakmıştır. Kumarhaneleri, casinoları, yarış alanlarını ve lotaryaları hatırlatan Caillois'a göre bu, oyunların, "iyi ya da kötü, çeşitli ulusların ekonomilerinde ve gündelik hayatlarında, şüphesiz sonsuz sayıda değişkenlik göstererek, ama şans ve kar ilişkisindeki şaşmazlığı da o ölçüde etkileyici boyutlar taşıyarak, özellikle önemli bir yeri işgal etme"leri olgusunu oyunun dışında bırakmanın, bir takım sonuçları olacaktır (Caillois 1994:36)." Caillois'e göre bu durum oyuna ekonomik bağlamda hiçbir ilgi yol açmayan bir tanıma götürmektedir. Oysa bu şans ya da bir bakıma şanssızlık oyunları, aşırı derece kazanç getirici ya da tam tersine iflas ettirici olabilmektedir ve böyle olmak üzere tasarlanmıştır. Caillois'e göre parayla oynanan oyunda bile oyun üretken olmayan bir faaliyettir. Huizinga'nın kuramından hareket edip oyun hakkındaki literatürü zenginleştiren Caillois'in oyuna verdiği anlamı tartışmadan sadece eleştirilerini ele almayı yeterli görüyoruz.


  • Metin And'a göre Huizinga:

Herkesin yaşamında dönüm noktası olan kitapların bulunduğunu söyleyen Metin And; kendisi için 1950'lerde Huizinga'nın eserini okuduktan sonra, yaşam boyu ne yapacağının kararını vermiş olduğunu, Oyun ve Bügü'nün önsözünde samimi bir dille yazmakta (And 2007:20) yine Mehmet Ali Kılıçbay ile yaptıkları bir sohbet sırasında dile getirmektedir (Kılıçbay 1996:83). Metin And'a göre Huizinga; “Nasıl Darwin, insan-hayvan ayrımı, Freud ise usçul-usdışı ayrımı gibi ikilikleri bozmuşlarsa, İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Hollandalı tarihçi Johan Huizinga da (1872-1945) Homo Ludens adlı incelemesi ile önemli bir ikiliğin dengesini bozmuş, insan kültürüne yeni bir boyut getirmiştir. Homo Faber (= yapımcı insan), Homo Sapiens (= düşünür insan) ikilisinin karşısına üçüncü bir insan, Homo Ludens'i (= oyuncu insan) çıkarmıştır. Huizinga, Batı Uygarlığında çağcıl bilimin ve felsefenin getirdiği önemli bir ikiliği değiştirmiştir. İş, ritüel, din, önemli tarih olayları gibisinden önemli sonuç doğurucuların önceliği karşısında, oyunun bunlardan sonra gelen, bunların önemsiz bir uygulaması olduğu görüşünü değiştirmiştir (And 2007:27).”19


B.2) Huizinga'ya Yöneltilen Eleştiriler


  • Gombrich’in eleştirileri

Ernst Hans Gombrich’e göre, “Huizinga, Orta çağ realizmindeki anlayışa uygun olarak, şeyleri önemsiz görüngüler saymış… aralarında yapay ya da rastlantısal benzerliklere göre onları sınıflayarak incelemiştir. Essentialism denen bu anlayışın sonunda, oyun'u, kurallaştırılmış, düzenlileştirilmiş, gelenekselleştirilmiş, her türlü insan etkinliğini açıklayabilecek bir Urphanomen saymakla realite’ler yerine onların kavramlarını ele aldığını fark edememiştir. Bu nedenle, tarihteki çeşitli oyun kategorilerini zamansızlaştırılmış bir felsefe içinde kullanmış; realiteyi betimlemek yerine, bunu heuristic bir araç durumuna indirgemiş; antropolojik ve linguistik açıdan kendisine doğru gözüken bir açıklamayı, realite karşısında sınamaya yönelmemiştir (Oskay 2000:160-1).”20


  • Benveniste’in eleştirileri


Emile Benveniste “oyun olan ile ciddi olan arasındaki birbirlerini tamamlayıcı bağlantıyı Huizinga’dan daha da zayıf bir bağlantı olarak görmekte; oyunun desosyalize edici bir işlem olduğunu ileri sürmektedir. Ona göre, oyunun oluşum nedeni, mit'in rite'den ayrılmasıdır. Dinsel törenin kendini oluşturan iki temel öğeye ayrılması sonucunda kutsallıklardan uzak düşmesiyle; dine, dinin realite üzerindeki gücünü sağlayan kutsallıklı sözcüklerden yoksunlaşma ile kendini rite’lerle zenginleştiren seremoniler yerine, bu ikiye ayrılmadan sonra, “salt eğlenim”e (ludus) geçilmiştir. Öte yandan, rite’lerinden ayrı düşmüş mit'ler, artık, özü olmayan bir söz oyununa (jocus) dönüşmüştür. Mit'in ve rite'in böyle birbirinden ayrılması sonucunda, günümüzde, eski çağlarda Güneşe yakın olmak için girişilen kutsal uğraşların yerine, futbol maçlarıyla (ya da, örneğin, erginler kuşağına girme öncesinde yapılan törenler yerine, düz eğlence toplantıları ile) yetinmek gerekmiştir. Bunlar ise, sadece, ludus niteliği taşıyan etkinlikler olabilmektedir (Oskay 2000:161).”

Günümüzde, oyun'un, bu iki temel öğesini aynı anda ve birlikte içinde barındıramayan bir oyun olarak oynanması ise, ya mit'in rite'lerden yoksunlaştırıldığı bir oyun biçimi içinde jocique'a, ya da rite'in mitlerden yoksunlaştırıldığı ludique'e varmış bulunmaktadır. Oyun, her iki türde de eksik kalmaktadır. Oyunun bu eksik biçimleri, kendilerini bütünün kendisi imiş gibi gösterdikleri ve buna inanıldığı için, ya kelimeler aracılığıyla yapılan oyunlarda (play) olduğu gibi sözlerde realitenin bulunduğuna inanılmakta; ya da, fiziksel şeyler aracılığıyla oynanan oyunlarda olduğu gibi, bunların ardında ussal bir gerçeklik varmış sanısına saplanılmaktadır. Böylece, bir yandan, her oyun günümüzde ancak bir "eksik-oyun" olarak oynanmakta; bir yandan da kollektif yaşamın her görünümü, kendisinin ardındaki ussal ya da amprik itkilerden arındırıldığında, eğer düzenliliği ve iç tutarlılığı sağlanabilirse, yeni bir oyuna dönüştürülebilmekte, kolaylıkla yeni bir oyun olarak oynanabilmektedir. Bu nedenle. Benveniste'in savına göre, günümüzde "oyun" realitenin bir alt-düzeyi olmuştur. Ya da, ciddi-olan herşey, artık, kendisinden kendi içinde taşımakta olduğu rasyonel ya da amprik itkiler çıkarıldıktan sonraki hali ile, oyuna dönüştürülebilecek birşeye indirgenmiş bulunmaktadır (Oskay 2000:161-2).”21


  • Ehrmann’ın eleştirileri


Jacques Ehrmann'a göre, “Huizinga'nın dediğinin tersine, oyunu, yaşanan dış gerçeklikten soyutlamak yanlıştır. Bugünkü toplumsal yaşamda, oyun olan şeyler bir yana çıkarıldıktan sonra geride kalanlardan oluşan gerçeklik, oyunun karşıtı birşey değildir. Huizinga’nın oyun'u kavramsallaştırması, bu nedenle, oyunun bir tüm olarak kültürü yansıtan ve kültürün tümlüğünün içinde anlamlandırılması gereken birşey olduğunu gözden kaçırmaktadır. Oyunun, gerçeklikten arınmış birşey; gerçekliğin ise, arılığı kirletilmiş bir oyun olduğu kabul edilemez (Oskay 2000:162).”


Oyun, herşeyi açıklamak için kullanılabilecek; kendisi dışındaki her şeyin, kendisinin bozulan ve arılığını yitirmiş çeşitli bölümlerinden oluştuğu söylenebilecek kültürel bir olgu; bir urphanomen değildir. Oyun, kültür ve gerçeklik birbirinden ayrılmazlar. Bunlar birlikte oluşmuş ve karşılıklı etkileşim içinde olgulardır (Oskay 2000:162).”

Oyun, Ehrmann'a göre, bu nedenle, Huizinga'nın kavramsallaştırdığının tam tersine, kültürün içinde yeralan ve kültürün tümlüğünü yansıtan, kendisinden farklı diğer kültür alanlarında görülen pek çok davranışlar gibi, bir davranış tarzıdır (Oskay 2000:163).”


Ehrmann, Huizinga'nın potlach'ı, şölen verenin bütün malını harcayıp yağmalattırarak, hatta tahrip ettirerek prestij ve üstünlük kazanma amacı ile ilgili bir olay saymasını da eleştiriyor. Ehrmann'a göre, potlach'ta ekonomik ve siyasal bir ethos'un ritüelleştirilmiş bir görünümü vardır ve bir alışveriştir.” Oskay’a göre; “Ehrmann'ın görüşü, Morgan'ın Ancident Society'sindeki potlach'ın topluluktaki servete dayanan farklılaşmaları önleme amacını güttüğü görüşüne yakındır (Oskay 2000:163).”22

  • Fink’in eleştirileri


Eugen Fink, “oyunun kendine özgü bir görüngü gibi algılanmasının oyunun realitenin geri kalan bölümünden, gerçekten ayrı bir var oluş taşımasından ya da realiteye karşıt bir yaşam alanı oluşturmasından değil, simgesel bir işlev yüklenerek realiteyi temsil ederken, aslında realiteyi özümsemekte oluşundan ileri geldiğini söylemektedir (Oskay 2000:164-5).”23


Fink’e göre “oyunun simgesel niteliği iki yanlı bir karaktere sahip; "birincisinin, oyunun yaşanan bu dünyada oynanmakta oluşundan ve oynayan insanın oyunu oynamakta olduğunu bilmekte oluşundan (oynadığının oyun olduğunu ancak şizofrenlerin bilmeyebileceğini söylüyor yazar); ikincisinin ise, oyunun diğer insansal etkinliklerin oluşturduğu (ki, oyun bunlara hizmet etmektedir) "ciddi" amaçlara göre ast bir konumda oluşundan ileri geldiğini" söylemektedir (Oskay 2000:165).”24


Fink'e göre, “oyunun, kendinden başka bir kültürel görüngünün bağımlısı olmaması, oyunun bu ikili özelliğinden ileri gelmektedir. Böylece, oyunu oynayan insan, aynı zamanda, hem reel-yaşamını sürdürebilmekte, hem de oyun-olanı bu yaşamında her mekanda oynayabilmektedir. Böylece, bir yandan, kendi iç dünyasının zaman ve mekanını (kendisi için olan, oyun olan kendi iç dünyasını) yaşayabilmekte; bir yandan da, reel yaşamındaki varoluşunu ve bu varoluşun gereklerini yaşamakta, yerine getirebilmekte; ikisini aynı anda yürütebilmektedir (Oskay 2000:165).”25

Fink’e göre bu başka hiçbir canlının sahip olmadığı bir yetenektir. “Bu yetenek, birey-insana yaşadığı reel dünyadan dilediği zaman, dilediği derecede geri çekilebilme olanağı kazandırmakta; üstelik, bu geri çekilişte, içinden çekildiği reel-dünya ile olan bağlantılarını bütün bütüne kesmek zorunda da kalmamış olmaktadır. Bu yetenek, birey-insan açısından sağladıklarından çok, varolan toplumsal yapının sürdürülmesi açısından sağladıkları açısından önemlidir. Yaşanması gereken reel dünya ile olan ilişkisinin tam olarak kesilmesine gerek kalmadan, dilediği zaman ondan uzaklaşabilmesi, insanın reel-dünyanın oluşturduğu dış realitesini imaginative olarak yeniden kurguluyabildiği oranda, kendi özgürlüğünü de gözle görülebilecek biçimde bir varoluşa kavuşturmasına yaramaktadır. Ama, öte yandan da, reel yaşama hizmet eden oluşuyla da, insanın belirli bir toplumsal yapıyla bütünleştirilmesini kolaylaştırmaktadır, bu aynı “oyun” (Oskay 2000:166).”


Burada belirtmekte yarar gördüğümüz bir nokta vardır. Oskay, aktardığı Fink’in bu görüşlerine dipnotunda katılmaz. Oskay, “Fink'in bu savını sonuna dek benimsemenin yanlışlığı ortada.” demekte reel-yaşamın içinde kalarak elde edilen bu özgürlüğün, özgürlük değil, “serbesti” olduğunu ifadelendirmekte, reel-toplumun karşısında, yalnızca, negatif bir özgürlük olduğunu vurgulamaktadır (Oskay 2000:166).

Fink'e göre, “oyun her zaman için fantazyanın bir ürünü olmakla beraber, hiçbir zaman sadece fantazya niteliğinde bir etkinlik değildir. Çünkü hiçbir zaman, yaşanan toplumsal realitenin dışında bir olgu değildir. Bunu, oyunun yerine getirdiği işlev de göstermektedir. Oyun, fantazyanın oyuna nesne kıldığı realite ile; yani, bilinen realitenin bir bölümüyle oynanır. Oyuna fantazyanın aracılığı ile nesne kılınmış şeylerin realitede varolan şeyler olmaları, oyunu oynayanın oyun sırasında yaşadığı kendi öznelliği ile, kendisini kuşatan somut dış dünya arasında bir yerlerde durabilmesini olanaklı kılmakta; kişinin hem öznelliğini, hem de realiteyle bağlarını sürdürebilmesini sağlamaktadır. Böylece oyun aracılığıyla oluşturulan ve yaşamımızın öznellik taşıyan yanlan ile, nesnellik taşıyan yanlarını birbirine bağlayan bu ilişki, Huizinga'nın dediğinin tersine, birbirine zıt konumlanmış (antithetical) bir bağlantı olmayıp, birinin varlığı öbürünün varlığı sayesinde ve nedeniyle gerçekleşebilen symbiotic bir ilişki olarak görülmesi gerekmektedir (Oskay 2000:166).”26



  • Oskay’ın eleştirileri


Ünsal Oskay; “Huizinga'nın, oyundan yoksunlaşmamış bir dünyayı geçmişte araması ne denli yanlışsa, günümüz toplumları için oyun görünümlü etkinliklerle diğer kültürel görüngüler arasında belirli bir bütünleşmenin bulunuşunu görmemesi de o denli yanlıştır.” demektedir. Huizinga’nın oyunu, Aristo’nun da belirttiği üzere ekonomik anlamda hiçbir toplumsal etkinlikte bulunmaya zorunlu olmayan insanlara özgü bir eylem olarak, ciddi olandan ayırması, Oskay’a göre eksiktir. “oyun tarih içinde hiçbir zaman reel yaşamdan ayrı olmamıştır (Oskay 2000:167).” demektedir.


Oskay’a göre; “Sanayi toplumuna geçişle birlikte, çalışma dünyası ile serbest zaman (leisure) arasındaki bütünleşme daha örgün ve rasyonel hâle getirilmiş; serbest zaman, toplumsal sistem açısından uygun niteliklere sahip bir recreation'a dönüştürülmüştür. Sanayi kapitalizmine kadar, geleneksel yaşam ortamlarında "doğuşu ile" kimlik kazanan insan, yeni toplumsal ortamında, anonimleşmiş toplumsal ilişkiler içinde "kimlik edinme" sorunuyla karşılaşmaya başlamıştır.” Oskay; oyunun, böylece tarihte ilk kez “egemen konumdakilerin oyuna gereksindiğinden çok daha fazla, çeşitli toplumsal katılma düzenlenimleriyle üst statüdekilere özenen, özendirilen ve bunu "sokağa inmiş gündüz rüyalarında" tadabilme olanağı elde edebilmiş bağımlı kesimdeki insanların temel yaşamsal gereksinimine dönüştürülmüş bulunmaktadır (Oskay 2000:168).” demektedir.


Oskay; “Sanayi kapitalizmiyle birlikte, insanın, tüm dış dünyasının yanı-sıra, kendisinin de metaya (ücretli işgücüne) dönüşmesi, onun, Huizinga'nın anladığı anlamıyla, "özgür, bilinçli ve bireyleşmiş insan" olmasını zaten ortadan kaldırmıştır. Bunlar, Marx'ın belirttiği gibi, tarihte daha önce olduğu üzere, varolan toplumsal formasyonun kendi iç çelişkilerinden yola çıkarak ve ancak onu aşarak yeniden kazanılabilecek, gerçekleştirilebilecek olan insansal özelliklerdir (Oskay 2000:168).” demektedir.

Oskay günümüzde fantazyaya dönüşmüş olan oyunun, artık bir metaya dönüşmüş sınıf ve kesimler için reel yaşamın acımasızlığını yarı-bilinçli görmeye yarayan bir tür eğlenceye –yaşamı sahih olmayan bir görünüm içinde algılama ve anlamlandırma biçimine- varma aracı olarak gördüğünü göstermektedir.


Oskay, sadece işçi sınıfı için değil, çağdaş sanayi toplumlarının rasyonelleşmiş ve bürokratikleşmiş yeni toplumsal yapısının, toplumun en kalabalık kesimi olan “orta sınıfın” üyelerini, üzerlerinde işlem yapılan edilgin küçük insanlara dönüştürmüş olduğunu, bugünkü toplumda insanların, her biri diğerini kendisinin bir yerlere gelebilmesi ya da bir şeyler elde edebilmesi için, birbirlerini içten içe bir araç olarak görmekte ve birbirlerine yabancılaştırmakta olduğuna işaret eder. Bunun sonucu ise insan kendisini de bir araç durumuna dönüştürüp, kendisinden yabancılaşmaktadır. “Ertelenmiş doyumlar aracılığıyla, ya da “meslek etik”’in benimsenmesiyle, bir “meslek” hiyerarşisinde bir yerlere gelebilmek için, yeterince dinlenmeyerek, eğlenmeyerek, evlenmeyerek, “edebiyatla eskisi kadar ilgilenmekten vazgeçerek”, onur kırıcı muamelelerle karşılaştığında bunlara boyun eğerek yaşayan “insan karikatürü”ne dönüşmüş “insan” olarak kendisinden yabancılaşmaktadır. (Oskay 2000:168-9)

Oskay’a göre, ücreti yüzünden sürdürdüğü; fabrikada makinenin başında rutin işlemler yapan, çalışma hayatını çekilir kılmak için oyuna yönelen işçi sınıfı ya da araçsallaştırılmış toplumsal ilişkilerin dışındaki fantazyaya yönelen orta sınıf, bu oyunları belleksizleşmenin ve unutma’nın bir aracı olarak oynamaktadır. “Eraternal bir fuhuşa dönüşmüş” yeni toplumsal ilişkiler döneminden, bu dönüşümler ile reel yaşamda anlamlandırmasa da, Adorno’nun belirttiği gibi27, gazete sütunlarındaki yıldız fallarında, bulvarlarda, cafelerde ve özel yaşamının son sığınağı olan evinde anlamlandırma olanağı sağlamaktadır. Oskay, bu anlamlandırmanın reel-dünyadan zaman ve mekanca uzaklaşılıp, reaktif bir içselleştirilmiş dünyaya çekilerek yapıldığını, bunun ise fantazyaya kaçan insandan çok, reel-toplumsal yaşama ve onun ardındaki egemen yapıya yaramakta olduğuna dikkat çeker. Bu zaman ve mekanca uzaklaşma ise tam bir uzaklaşma olmamaktadır. Buna örnek olarak ise “düş” yerine geçen “tatil” pratiklerinde, Tahiti’ye giden “turist” Amerikalı, ya da Mayorka’ya giden Alman’ın kendi work ethics’inin uzantısı içinde “tatil” yapmakta olup, tatili, “tatil”den çok, sisteme uygun bir recreation’a dönüşmüştür. Ya da, TV’de bir docu-drama dizisinde Cleopatra ile aşıkının serüvenlerini izlerken, tarih’in bu uzak dilimini değil, onun yaşanan-zamana benzetilmiş “yeniden-tasvirini” izlemektedir. Oskay’a göre Cleopatra’yı değil, “kendisini” izlemektedir seyirci. (Oskay 2000:169)


Oskay’a göre; “Huizinga, bu nedenle, yaptığı açıklamalarla, Paul Vâlery'nin deyişiyle "yeni bir vahşet çağına”28 benzetilebilecek modern çağda "oyunun" ortadan kalkması sorununu tarihsizleştirilmiş ve sınıfsal temellerinden bütünüyle yoksunlaştırılmış bir kavramsallaştırma içinde ele almış; günümüzün bu kültürel sorununu betimleme düzeyinde anlatabilmiş; irdeleme düzeyinde ise, analitik kavramlar geliştirmediği için, yeterince açıklayamamıştır (Oskay 2000:170).” demektedir.

Tablolar











Çocukların oyunlarını niteler.





sphairinda - top


1

-inda eki


helkustinda - ip





streptinda - çelik çomak





basilinda - küçük kral

Yunanca






2

paidia


Çocuk oyunlarından daha geniş bir anlamı gösterir. En soylu en kutsal eylemlere kadar geçerlidir. Mutlu, sevinçli, kaygısız gibi nüansları içinde barındırır.







3

agon


Rekabete yönelik yarışmaların sahip olduğu yeri gösterir.












Tablo 1








1

kridati


Çocukların yetişkinlerin ve hayvanların oyununu gösterir. Germanik dillerdeki karşılığı rüzgârın ve dalgaların hareketini belirtir. Atlayıp zıplamak, dans etmek gibi genel fikri de gösterir.





Tüm dans ve dramatik temsilleri ifade eden nrt köküne çok yakındır.






Sanskritçe

2

divyati


Zar oyunu. Şaka yapmak, "eğlenmek", latife yapmak anlamlarını da gösterir.







3

lila


Sallanmak. Hafif, kaygısız, neşeli, rahat ve önemsiz karakterini gösterir.





Benzerini yapma ve taklit fikrini içerir.






Tablo 2









1

wan


Çocuk oyunları kavramlarına egemen gösterge. Bir işle meşgul olmak saçma işlerle zaman öldürmek, dalga geçmek eğlenmek şaka yapmak ufak tefek elişi yapmak





Mehtabın hoşluğunun ifadesidir.






Çince

2

çeng


müsabakaya ilişkin her şeyi gösterir.







3

sai


bir ödül elde edilmesi için düzenlenen müsabaka fikrini gösterir.







Tablo 3







Japonca

1

asobi adı asobu fiili

Genel oyun fikri, gevşeme, teneffüs, zaman geçirme, gezinti, boş zaman, sefahat, zar oyunu, aylaklık, boş olmak, işsiz olmak





Oynamak bir şeyi temsil etmek taklit etmek







Tablo 4








Sami dilleri

Arapça

Süryanice

İbranice



1

la'ab, la'at


Oynamak, aynı zamanda gülmek alay etmek

İbranice


sahaq


Gülmek, oynamak

Arapça


la'iba


Bir müzik aleti çalmak (oynamak)







Tablo 5








Latince

1

ludus ve ludere

Bütün oyun ve oynamak kavramları bir arada..



lusus


ludus ve ludere'nin bir türevi







2

iocus ve iocari

Eğlenmek, şaka yapmak özel anlamını gösterir. Zamanla ludus ve ludereyi devre dışı bırakmıştır.






Fransızca


jeu, jouer



İtalyanca


giuoco, giocare


İspanyolca


juego, jugar

iocus ve iocari den türemiştir.

Portekizce


jogo, jogar


Romence (Katalanca, Provence ve Rheto-roman)

joc, juca









Tablo 6








Germanik Diller

1

laikan


Hızlı bir hareket, canlı ritmik bir hareket







2

spel kökü

Alışılmış Faaliyetler Alanının Dışına Çıkma..







3

plega, plegan

Oyun ve tehlike, rastlantıya bağlı talih, cesurca eylem; bütün bu kavramlar iç içedir.






Gotça


laikan


Sıçramak






Almanca


leich


Hızlı bir hareket, canlı ritmik bir hareket



ein spiel doen

Bir oyun yapmak



pflegan


Plegan dan türemiştir.



pflegen


Eski anlamlarıyla; cevap vermek, kendini biri veya bir şey için tehlikeye atmak veya rizikoya sokmak.. bir şeye angaje olmak, severek yapmak, özen göstermek, katılmak






Felemenkçe


een spelletje doen

Küçük Bir Oyun Yapmak



plegen


Eski Anlamlarıyla; Cevap Vermek, Kendini Biri Veya Bir Şey İçin Tehlikeye Atmak Veya Rizikoya Sokmak.. Bir Şeye Angaje Olmak (Zich Verplichten), Severek Yapmak, Özen Göstermek, Katılmak (Verplegen)





Yüce Eylemlerin Gerçekleştrilmesine Ait Çizgiler Taşımaktadır. Saygı Gösterme, Affetme, Yemin, Çalışma, Aşığın Kur Yapması, Büyücülük, Adalet… Ve Oyun.





Törensel Alan; Bayram "Kutlamak", "Bolluk İçinde Olduğunu Sergilemek"



plechting


Yüce



plicht


Ödev






Anglosakson


lac, lacan


Dalgaların Üstündeki Bir Geminin Hareketi Gibi (To Swing, To Wave About), Kuşlar Gibi Kanat Çırpmayı, Alevin Yanıp Sönmesi



pliht


Ödev

Eski Kuzey


leikr, leika

Her cins oyunu, dansı ve beden idmanını, serbestçe hareket etmeyi girişimde bulunmak, icra etmek, kullanmak, ..ye uygulamak veya vakit geçirmek, ..ye alışmak için uğraşmak.

(Daha Sonraki İskandinav Ağızları)

lege, leka


Oynamak anlamı kalmıştır.






İngilizce


play, to play

Plega ve Plegan dan türemiştir. Oyun, oynamak. ikinci olarak hızlı hareket, jest, el sıkışmak,alkışlama, bir müzik aleti çalma



plight


Öncelikle Tehlike, Sonra Suç, Hata, İhtar



pledge


Angaje Olma



pledge


İlk anlamı güvence, rehine, rehin. Daha sonra "çarpışma rehini", yani çarpışmaya katılma anlaşmasının bedeli, ödülü ve bunun için yapılan tören, içki içme ve buradan da kadeh tokuşturma, söz verme ve yemin.



plihtan


Tehlikeye atmak, tehlikeye sokmak, dahil etmek






Tablo 7








KAYNAKLAR



AND, Metin. “Oyun ve Bügü”, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2007


CAİLLOİS, Roger. “Oyunun Tanımı”, Sanat Dünyamız, Oyun Özel Sayısı. 55., Bahar-1994.


Halksahnesi.org

<http://www.halksahnesi.org/incelemeler/oyunun_dogasi/oyunun_dogasi.htm 27.12.2008


HUIZINGA, Johan. “Homo Ludens – Oyunun Toplumsal İşlevi Üzerine Bir Deneme”, (Çev. M. A. Kılıçbay), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1995


____________ “Ortaçağın Günbatımı”, (Çev. M. A. Kılıçbay), Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 1997


KILIÇBAY, Mehmet Ali. “Felsefesiz Sanat - Oyunsuz Tarih”, Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 1996


OSKAY, Ünsal. “XIX. Yüzyıldan Günümüze Kitle İletişiminin Kültürel İşlevleri – Kuramsal Bir Yaklaşım”, (1982), İstanbul, Der Yayınları, 2000


_______________ “Müzik ve Yabancılaşma – Aristo, Huizinga ve Adorno Açısından Bir Ön Çalışma”, İstanbul, Der Yayınları, 1995



1 Bu teorilere ilişkin olarak bkz. H. Zondervan, Het Spel bij Dieren, Kinderen en Volwassen Menschen (Hayvanlarda Çocuklarda ve Yetişkinlerde Oyun), Amsterdam, 1928; ve F.J.J. Buytendijk, Het Spel van Mensch en Dier als openbaring van levensdriften (İnsanda ve Hayvanda Hayati Eğilimlerin Dışavurumu Olarak Oyun), Amsterdam, 1932 (http://www.halksahnesi.org/incelemeler/oyunun_dogasi/oyunun_dogasi.htm)

2 Kulturgeschichte Afrikas

3 Vurgulamalar yazara aittir.

4 G. Freytag, Lexicon arabico-latinum, Halle, 1830, İ.V. Agara: de gloria certavit in incidendis camelorum pedibus. Akt: Huizinga 1995:82

5 Essai sur le don s:143, Akt: Huizinga 1995:82

Burgonya

ilyada XVIII. 504

Kullanımı bir topluluğa ait olan toprakların tümü.

6 68 yaşındadır.

7 Die vierudzwanzig Landrechte, yay. v. Richthofen Friesiche Rechtsquelien, s.42 vd.: Akt: Huizinga 1995:159

8Vates denen bilge-şairlerle ilgili olarak Ünsal Oskay’ın çalışmasını ve açıklamalarından bir parçayı burada alıntılamakta yarar görüyoruz. Oskay; “Bilindiği gibi, Arkaik çağda, Epik (Destan), Tarih ve Astronomi de sözsel kültürün sosyalizasyonu ile öğrenildiği için, bunların muse'larının da Zeus'un kızları olan dokuz muse'lardan olduğu bilinir," ama hangileri olduğu hiç ayırt edilmezdi. Titanokeanos'un torunları olan ve Zeus'un da, tıpkı muse'lar gibi, kızları olan Kharit'ler ile birlikte bu dokuz coşku perisi, insanların hem birey olarak duygu ve coşkular edinmelerini, hem de toplum içinde yaşayarak mutlu olmalarını sağlayan çeşitli kültür etkinliklerini başlatır, gözetir, hoş geçirtirlerdi. "ölümlü insanlara Tanrıların armağanı" olan bu kültürel beceri ve coşkular aracılığı ile, insanın yalnızlığını aşmasına yardımcı olurlardı. Hesiodos'tan beri biliyoruz ki, Kharit'ler ve muse'lar, insanın gündelik işlerine de yardımcı oluyorlardı, örneğin, Kharit'lerden Aglaia, el hüneri ve bedensel çalışmanın Tanrısı olan, ölümsüzlerin bile zırh ve silahlarını yapıp hazırlayan, çalıştığı işliğindeki yardımcıları olan güzel kızları bile kendi elleriyle altından döken demircilik Tanrısı Hephaistos ile evlidir. Aglaia, insanın gündelik işlerine bu denli yakın olduğu gibi, reel dünyadan kaçışı için gerekli coşkular uyandırmada da insanın yanındadır.

Bütün bunlar. Tanrıların, reel-yaşamın güçlükleri karşısında kurtarımcılara gereksinen insanın yarattığı varlıklar olduğunu savunan Thalia Phillies Howe'un çalışmalarını doğruluyor. Bu yazar, bütün Tanrıların, "çok sayıda insandan daha bilgili", "akıl ve bilgice topluluğun tüm üyelerinden daha üstün" birileri olarak tasarlanıp yaratıldığını; sihir ve büyünün de, dinlerdeki öte-dünya işleri ve ruhun kurtuluşundan çok, yaşama ilişkin pratik etkinlikleri arttırmayı amaçladığını ileri sürüyor.

Epik'in ve Tarihin muse'larının, daha sonraları, Clieo (Kleio) ve Calliope (Kalliope) olduğuna inanılmıştır. Vates'ler, bu ayrımdan önce; yani, coşkunun hem bireysel hem toplulukça yaşandığı dönemde, müzik eşliğinde ve ölçülü dizelerle Epik'i ve Tarihi anlatarak topluluğa ortak "topluluk geçmişine sahip olma" duygusu kazandırırlardı. Topluluğun ve bireyin bellek (tarih) kazanması ile birey de, topluluğu aracılığı ile kimlik kazanmış olurdu. [Bk.: Thalia Phillies Howe, "The Primitive Presence in Pre-Classical Greece," Stanley Diamond (Ed.), Primitive Views of the World : Essays from “Culture In History” (New York and London: Colombia University Press, 1964), ss. 155-85; Huizinga, op. cit, ss. 190 ve ardı; Edith Hamilton. Mitologya: Grek ve Romen, Çev. Ülkü Tamer (Istanbul: Varlık Yayınları, 1965), ss. 20-21. özellikle Howe'un mitolojinin, geç-neolitikten itibaren, çapa tarımcılığından (Horticulture) tarla tarımcılığına (saban) geçişle birlikte değişen insansal dünyanın (kadın ile erkeği, reel yaşam ile fantazyayı, akıl ile inancı birleştirecek biçimde) yeniden kurulması yolundaki yeni gereksinimlere uygun bir açıklama oluşunu ileri sürmesi ilginç (Oskay 2000:151).” diyor.


9 Şiir adına her şey.

10 Hareket ve ritm içerdiği için liriktir. Malzemesi olan insan bedeni ve bu bedenin hareketinin güzelliği, heykelle eşdeğerli olarak plastiktir

11 Hippias Minor, 368-369, Akt: Huizinga 1995:181

12H. Gomperz, Sophisten und Rhetorik, 1912, s.17, 33: Akt: Huizinga 1995:182

13 Jean Piaget, Le langage et la pensâe chez l'enfant, Neuchâtel-Paris, 1930. V. Les Ouestions d'un enfant., Akt: Huizinga 1995:137

14Gilbert Murray, anthropology and the classics, yay. R.R. Marett, 1908, s. 75: Akt: Huizinga 1995:171

15 "Man and the Masses in America", America: A Dutch Historian's Vision, from Afar and Near, İng. Çev. H. H. Rowen [1918] (New York 1972), s. 265'ten aktarıldığı yer için, Bk.: Anchor, op. cit., ss. 72-73. Akt: Oskay 2000:158


16 Huizinga, Homo Ludens: A Study of the Play Element in Culture, İng. Çev. George Steiner (London: Paladin, 1971), s. 185.:akt Oskay 2000:150-1


17Daniel Bell, The End of Ideology: On the Exhaustion of Political Ideas în the Fifties (Gîencoe, Illionis: The Free Press, 1960), ss. 396'da dipnot 188, Akt. Oskay 2000:158

18Homo Lııdens. fransızca baskısı. Collection Tel, Ediıions Gallimard. 1951. Paris. s. 34-35.

19Vurgulamalar yazara aittir.

20E.H. Gombrich, Huizinga’s Homo Ludens aktaran Robert Anchor, “History And Play: Johan Huizinga and His Critics”, History and Theory, XVII (1, 1978), s.88, vurgulamalar yazara aittir. Akt. Oskay, loc. Cit., s.160-161

21 Emile Benveniste, "Le Jue Comme Structure," Deucalion, 2 (1974), es. 164-165, 165-166, 166'dan aktarıldığı yer için, Bk.: Anchor, op. cit, ss. 88-89: Akt. Oskay 2000:161-2

22 Jacques Ehrmann, "Homo Ludens Revisited," Jacques Ehrmann (Ed.), Game, Play, Literatüre, Boston 1968, ss. 31-38'den aktarıldığı yer için, Bk., Anchor, op. cit., ss. 88-91. aktaran : Oskay, op. cit. 162-163

23 Eugen Fink, "The Oasis of Happiness : Toward an Ontology of Play." Ehrmann, op. cit.. s. 22'den aktarıldığı yer için, Bk.: Anchor, op. cit., s. 92.: aktaran Oskay op. cit. s. 164-165

24 Loc. Cit. : aktaran Oskay, loc. cit. s.165

25 Fink, op. cit., s. 24'ten, Bk.: Anchor, op. cit., ss. 92-93, aktaran Oskay, op. cit. s. 165


26 Loc. Cit.: Akt. Oskay 2000:166

27 Walter Benjamin, Charles Baudelaire : A Lyric Poet in the Era of High Capitalism, İng. çev. Harry Zohn ve Quentin Hoare (London : New Left Books, 1973), s. 58; Theodor W. Adorno, "The Stars Dovn to Earth", Telos (Bahar, 1974), ss. 16-17.

28 Paul Valery, Qeuvres. s. 588 den aktarıldığı yer için, Bk. Benjamin, op. cit., s.?



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder