6 Kasım 2009 Cuma

YABAN DÜŞÜNCE CLAUDE LÉVI-STRAUSS

CLAUDE LÉVI-STRAUSS



Bu çalışma da Claude Lévi-Strauss'un Yaban Düşünce (1962) ismindeki çalışması irdelenecektir. Ancak yaban düşünceye geçmeden, Lévi-Strauss hakkında bazı öncül bilgilendirmelere yer vermek önemlidir. Nitekim yaban düşünce, yazarın önceki çalışmalarının devamı niteliğindedir. Hatta Tahsin Yücel'e göre tüm çalışmalarının “kavşak noktası”dır. ( Lévi-Strauss “introduction” 1984:17)

Antropolojide yapısalcılığın kurucusu olarak geçen Lévi-Strauss, tarihsel literatürde tam anlamıyla Saussure'ün öngörüsünü tanımlayan-tamamlayan kişiye denk düştüğü gözlemlenebilir. Saussure 1906-11 yılları arasında verdiği dilbilim derslerinde, henüz varolmayan bir bilim alanından bahsederken, Lévi-Strauss 1945'ten itibaren yayımladığı bir makale ve 1949'da yayımladığı Akrabalığın Temel Yapıları isimli çalışmasından itibaren bahsedilen bilimi kurmaya başlamıştır. 1 Saussure şöyle söylemekteydi.

“Demek ki, göstergelerin toplum yaşamı içindeki yaşamını inceleyecek bir bilim tasarlanabilir: Toplumsal ruhbilime, bunun sonucu olarak da genel ruhbilime bağlanacak bir bilim. Göstergebilim (Fr. semiologie).



Totemcilik ve Malinowski Eleştirisi


Lévi-Strauss daha kitabının başında Malinowski'nin yaptığı yanlıştan bahsetmektedir. ( Lévi-Strauss 2002: 27) Bu yanlış ilkellerin totemsel bitki ve hayvanlara ilgisinin yalnızca midelerinin yakınmalarından kaynaklandığı yönündeki bakış açısıdır. Lévi-Strauss, bu sorunu araştırmacılarda bulmaktadır. ““ilkeller”in basitlik ve kabalığına dayalı önyargılar, birçok durumlarda, budunbilimcileri bilinçli, karmaşık, tutarlı sınıflandırma dizgeleri konusunda bilgi toplamaktan caydırmış olmasaydı, bu örnekler [bahsedildiği üzere Lévi-Strauss raporları taramaktadır ancak azlığından da şikayet etmektedir] çok daha fazla olurdu. Fazla acele davranarak düşünsel düzeyin ekonomik ve teknik düzeye denk olduğu sonucuna vardıklarından, bu dizgelerin varlığını çok düşük bir ekonomik ve teknik düzeyle bulacakları kuşku götürmezdi.” ( Lévi-Strauss 1984: 63) Tahsin Yücel, Lévi-Strauss'un Malinowski eleştirisiyle ilgili totemcilik adlı eserinden bir kısmı aktararak kaynak sağlamaktadır. Buna göre; yukarıdaki sorun yani araştırmacıların yeterince bilgi toplamadan büyük ağırlığı doğaya vererek açıklamalarına örnek; “Malinowski, Büyü, bilim ve din adlı yapıtında, sorunu hemen doğaya bağlayarak "Girilmedik ormandan yabanılın midesine, sonra da kafasına giden yol kısadır: dünya ona yalnızca yararlı hayvan ve bitki türlerinin, öncelikle de yenilebilir olanlarının belirginleştiği bir bulanık tablo olarak sunar kendini," dedikten sonra, "Totemcilik ortamdan kendisine yararlı olabilecek şeyi çıkarma çabasında ve yaşam savaşında ilkel insana dinin getirdiği bir kutsama olarak görünüyor bize," diye ekleyerek totemciliği 'doğal koşulların doğal sonucu' durumuna getirir. (akt. Yücel 2005: 73) Başka birçok budunbilimci de paylaşır bu görüşü, örneğin 'Malinowski için olduğu gibi Radcliffe-Brown'in ilk kuramına göre de bir hayvan ancak "yenilebilir"se "totemsel" olur'. (akt. Yücel 2005: 73)

Tahsin Yücel bu durumu Lévi-Strauss'tan şu şekilde özetleyerek eleştirir. “Böyle bir görüşü her şeyden önce totemsel hayvan, bitki ve nesnelerin çeşitliliği ve çoklarının yarar açısından önemsizliği yalanlar: aynı toplum içinde kanarya, kumru, tavuk gibi kuşlar da totemsel yasak konusudur, timsah ve yılan gibi sürüngenler de; çekirge de yasaktan payını alır, keçi, koyun, kedi, köpek ve maymun da. Lévi-Strauss'a göre ise “hayvan, "totem" ya da bağlandığı tür hiçbir durumda dirimsel bir kendilik olarak anlaşılamaz; bir organizma -yani bir dizge- ve bir türün türümü olarak, eşsüremlilik ya da artsüremlilik, somut ya da soyut, doğa ya da ekin düzleminde, herhangi bir alanı bölmek ya da yeniden toparlamak için pek çok olanak sağlayan bir kavramsal araç olarak belirir.” demektedir. (Lévi-Strauss 1984: 167)

“Lévi-Strauss'a göre, Malinowski'nin içkin bir biçimde dayanır göründüğü ruh hekimliği de 'doğal koşulların doğal sonucu' diye sunulan savların tam tersini gösterir bize: "hastaların davranışları simgeseldir, yorumları da bir 'dilbilgisi'ne, yani her izge gibi doğası gereği birey-ötesi bir izgeye bağlanır. Bu davranışlara sıkıntı eşlik edebilir, ama onları sıkıntı doğurmamıştır. Malinowski'nin temel kusuru en iyi olasılıkla bir sonuç, ya da eşanlı bir olgu olan şeyi bir neden olarak ele almaktır." Ne var ki, gene Lévi-Strauss'a göre, sonucu neden olarak gösteren bu tutum Batılı bilim adamının ilkel denilen toplumları kendi toplumundan ayrı toplumlar olarak göstermesini kolaylaştırmış, onları her zaman doğa içine atmasına yol açmasa da en azından doğa karşısındaki tutumuna göre sınıflandırmasını sağlamıştır. Yapısal dilbilimse, insanın bulunduğu her yerde ekinin varlığını kesinler.” 3(Yücel 2005: 74)

Lévi-Strauss yabanıllık konusunu ise şöyle sonuçlandırmaktadır. “Örneğin Cushing gibi kavrayışlı oldukları kadar da ender soruşturmacılara borçlu olduğumuz eski gözlemlerin birtakım kural dışı durumları göstermek şöyle dursun, ilkel toplumlarda son derece yaygın olan bilgi ve düşünce biçimlerini belirttiklerini yeni yeni farketmeye başlıyoruz. Bu nedenle, ilkellik konusunda edindiğimiz bu geleneksel imgenin değişmesi gerekir. «Yabanıl», hiçbir zaman ve hiçbir yerde, bizim çoğu kez tasarlamaktan hoşlandığımız şu hayvanlık koşulunu ancak aşmış, hâlâ gereksinim ve içgüdülerinin tutsağı olmaktan kurtulamamış varlık olmamıştır kuşkusuz, şu duygusallığın egemenliği altında, şaşkınlık ve katılım içinde boğulmuş bilinç de olmamıştır. Andığımız örnekler ve bunlara ekleyebileceğimiz daha başkaları, eskil çağla orta çağın doğalcı ve hermesçilerinin: Galien'in, Pline'in, Hermes Trismegiste'in, Albert le Grand'ın kurgulamasına yaklaşan bir kurgulamanın her türlü uygulamasında ustalaşmış bir düşünceden yana tanıklık etmektedir. Bu bakımdan, «totemsel» sınıflandırmalar, Yunanlılarla Romalıların zeytin ağacı, meşe, defne, sukeneviri, vb. çelenklerinde dile gelen bitkisel belirtkeciliğinden, ya da, ortaçağ kilisesinde bile şenliğin türüne göre, koro yeri kuru ot, saz, sarmaşık ya da kumla kaplanarak gerçekleştirilen belirtkecilikten sanıldığı kadar uzak değildir belki.” 4(Lévi-Strauss 2002: 68)




Bitki Terminolojisi



Kitap boyunca sayısız örneklerle donattığı “ilkel” denen toplumların bitki terminolojisinin bir kısmı şöyledir: “Güney Kaliforniya'nın bugün ancak pek ender birkaç beyaz ailenin yaşayabildiği çölümsü bölgelerinde, sayıları birkaç bini bulan yerli Coahuilla'lar doğal kaynakları bir türlü tüketemiyor, bolluk içinde yaşıyorlardı. Çünkü, görünüşte çok yoksul olan bu ülkede, bu insanlar en azından 60 besinsel bitkiyle 28 uyuşturucu, uyarıcı ya da şifalı nitelikte bitki tanıyorlardı (Barrows). Seminole'lerden tek bir bilgi-verici 250 bitki türü ve çeşidi tanır (Sturtevant) Hopi'lerce tanınan 350 bitki belirlenmiştir. Navaho'larda bu sayı 500'ü de aşar. Filipinler'in güneyinde yaşayan Subanun'ların bitkibilimsel sözcük dağarcığı 1000 terimi fazlasıyla aşar (Frake), Hanunoo'larınki 2000'e yaklaşır. M. Sillans, tek bir Gabonlu bilgi-vericiyle çalıştıktan sonra, bir süre önce, birbirine komşu, 12, 13 boyun dil ve lehçelerinde yer alan yaklaşık 8000 terimden oluşmuş bir budunbilimsel-bitkibilimsel dizelge yayımlamıştır (Walker ve Sillans). Marcel Griaule ve yardımcılarının Sudan'da elde etttikleri, büyük bir bölümü yayımlanmamış sonuçlar da aynı ölçüde şaşırtıcı olacağa benzemektedir.” (Levis-Strauss 2002:30)

Tahsin Yücel ise bu kısmı şöyle açıklamaktadır. “Lévi-Strauss, ünlü Yaban düşünce'sinde, pek çok tanıklıktan, bu arada, "Genel olarak, Guaranilerin adlandırmalarının iyi düşünülmüş bir dizge oluşturduğu ve -küçücük bir farklılık bir yana- bizim bilimsel terimlerimizle belirli bir benzerlik gösterdiği söylenebilir. Bu ilkel yerliler doğadaki nesnelerin adlandırılmasını rastlantıya bırakmıyor, türlerin özelliklerine en iyi uyan terimleri kararlaştırmak için boy kurulları oluşturuyor, öbek ve altöbekleri tam bir doğrulukla sınıflandırıyorlardı," diyen Dennler'den, özel adlarla totemsel adlar arasındaki bağı saptayarak "Totemsel dizge (Iatmullarınki) ayrı dizilerden gelen özel adlar açısından şaşılacak derecede zengindir; öyle ki, her birey oymağının totemsel atalarının -ruhlar, kuşlar, yıldızlar, memeliler, çömlek ve alet gibi araçlar, vb.- adlarını taşır; aynı bireyin 30 ya da daha fazla adı olabilir. Her oymak elinde böyle çok heceli ve kökeni gizli söylenlere gönderen birkaç yüz ata adı bulundurur," diyen Bateson'dan, "Bugün Tiwilerin sayısının 1100'ü bulmasına ya da buna çok yakın olmasına, her kişinin de ortalama 3 adı bulunmasına karşın, bu 3300 adı titizlikle inceledikten sonra, birbirine özdeş iki ad bulamıyoruz," diyen Hart'tan, vb. Yararlanarak, tarihsel toplumlar da işin içinde olmak üzere, değişik toplumlarda, değişik özel ad dizgelerinin benzersiz bir çözümlemesini yapar. Böylece, bir kez daha, ekinin egemenliğini kesinler. Örneğin Cheppewalarda totemleri aynı olan kişilerin, farklı boylardan, farklı köylerden oldukları zaman bile, birbirlerini akraba saymaları, bir kişinin, yakın akrabalarından biri yaşamında ilk kez gördüğü, ama totemi kendisininkinin aynı olan bir yabancıyla kavga ederken, kendi akrabasına karşı bu yabancıyı tutması da olsa olsa ekinin belirleyici üstünlüğünü kanıtlar.” (Yücel 2005: 75-6)


Lévi-Strauss bununla da kalmaz şöyle bir tespite yaklaşır. “Bilgilerimizin bugünkü durumunda, 2000 rakamı, büyüklük basamağı olarak, sözlü geleneğe dayalı budunbilim-hayvanbilim ve budunbilim-bitkibilimlerin bellek ve tanımlama gücünün eşiğine denk düşer gibi görünmektedir. Bu eşiğin iletişim kuramı açısından birtakım anlamlı özellikleri bulunup bulunmadığını bilmek ilginç olurdu.” (Lévi-Strauss 2002: 189) Bu durum yazarın belirlemeye çalıştığı tutumu göstermektedir.

Lévi-Strauss yalnızca “ilkel” denilen toplulukların zihinsel faaliyetlerinin eksiksiz olduğunu belirlemez aynı zamanda günümüz insanının da aynı düşünce aracılığıyla tersten okumasını yapar. Kitap yine buna benzer örneklerle doludur. Lienhardt'tan aktardığı bir örnekte Dinka'lara oymak tanrısı olarak kimi seçmesi gerektiğini soran araştırmacıya yazı makinesi, kağıt ya da kamyonu önerirler. Ne de olsa bu nesneler halkına yarar sağlamış ve atalardan miras kalmıştır, (Lévi-Strauss 2002: 151) ya da başka bir bölümde şöyle söylemektedir; “Öyleyse, biçimsel açıdan bakınca, yeni bulunmuş bir bitkiye -buraya daha önceden geçirilmemiş olsa bile- dizgenin kendisine hazırladığı Elaphontopus Spicatus Aubl. konumunu veren bitkibilimci ya da hayvanbilimciyle, topluluğun yeni bir üyesine Yaşlı-bizonun-aşınmış-toynağı adını vererek onun toplumsal dizisini tanımlayan Omaha rahibi arasında köklü bir fark yoktur. Her ikisi de ne yaptığını bilmektedir.” ( Lévi-Strauss 2002: 256)






Yaptakçılık



Lévi-Strauss eserinde bir de yöntem oluşturmaktadır. Yaptakçılık olarak tanımladığı bu yöntemi Türkçe'de “usta” diyebileceğimiz kişilere benzer bir uğraşıdan almıştır. “Günümüzde de, bricoleur (yaptakçı) dediğimiz kişi, meslek adamının kullandığından daha dolambaçlı araçlar kullanarak elleriyle çalışan kişi olarak kalır. Söylensel düşüncenin özelliği de anlatacağı şeyi karışık öğelerden oluşan ve geniş olmakla birlikte sınırlı kalan bir repertuar yardımıyla anlatmaktır; amaçladığı iş ne olursa olsun, bunu kullanmak zorundadır, çünkü elinin altında başka hiçbir şey yoktur. Böylelikle, söylen bir tür düşünsel yaptakçılık olarak belirir, aralarında gözlemlediğimiz bağıntılar da bununla açıklanır. ... Yaptakçı, birbirinden farklı pek çok işi gerçekleştirebilir; ama, mühendisten farklı olarak, bunların her birini tasarısına göre düşünülüp sağlanmış hammadde ve aletlerin elde edilmesine bağlamaz: araç evreni kapalıdır, oyunun kuralı da yapacağını “elde bulunanlarla”, yani her an sınırlı sayıda, üstelik ayrışık araç ve gereçlerle yapmaya çalışmaktır, çünkü elindeki bütünün bileşimi ne o dakikanın tasarısıyla bağıntılıdır, ne de herhangi bir özel tasarıyla; stoku yenilemek ya da zenginleştirmek, ya da onu daha önceki yapma ve bozmaların kalıntılarıyla sürdürmek yolunda çıkmış fırsatların rastlantısal sonucudur. Öyleyse yaptakçının araçlarının bütünü bir tasarıyla tanımlanamaz (böyle olsa, hiç hiç değilse kuramsal açıdan, mühendislikte olduğu gibi, ne kadar tasarı türü varsa, o kadar araç bütünü gerekirdi); yalnızca araçsallığıyla tanımlanır bu bütün; çünkü öğeleri, yaptakçılık düşkünü kişinin kendi deyimiyle, “nasıl olsa bir işe yarar” ilkesi uyarınca toplanıp saklanmıştır.” (Lévi-Strauss 2002: 42-3) Lévi-Strauss'un çoğunlukla böyle müphem bir yöntem kullandığı için eleştirilere maruz kaldığı söylenebilir. Ancak bu yöntem arayışı daha sonralarda Foucault'un arkeoloji5 ismini verdiği yönteme de benzemektedir. Foucault cinselliğin, deliliğin, hapishanelerin ya da insan bilimlerinin geçmişini irdelerken çalışmalarını “tarih” olarak adlandırmamakta arkeoloji diye adlandırmaktadır. Bunun sebebi geride kalmış, ötelenmiş olguların tarihini yapacak kadar verisinin olmaması sebebiyledir. Elindeki veriler tıpkı binlerce yıl öncesinin yaşamını keşfetmeye çalışan arkeoloğun bulduğu iki parça sikke, üç tane kase ile oranın yaşantısını kavramaya çalışmasına benzemektedir ve bu sebeple bu isimle anılmaktadır.




Churingalar




Lévi-Strauss'un bakışaçısındaki farkı belirgin kılan bir diğer örnek Churinga ismiyle anılan objeleri ele alış biçimidir. “Görünüşü ne olursa olsun, her churinga belirli bir atanın fizik bedenidir ve, kuşaktan kuşağa, yeniden cisimleşmiş ata olduğuna inanılan canlıya verilir. Churinga'lar, gelinip geçilen yerlerden uzak olan doğal korunaklarda saklanır. Denetlemek ya da elden geçirmek amacıyla, dönem dönem çıkarılır, her çıkarılışlarında da parlatılır, yağlanır, boyanırlar, bu arada kendilerine dua ve yakarılarda bulunulur. İşlevleri ve gördükleri ilgi bakımından, çarpıcı bir biçimde bizim arşiv belgelerimize benzerler: biz de arşiv belgelerimizi kasalarda saklar ya da noterlerin gizli bekçiliğine bırakırız, gerekirse onarmak ya da daha güzel dosyalara yerleştirmek üzere, kutsal nesnelere gösterilmesi gereken özenle gözden geçiririz. Biz de, böyle durumlarda, yırtık ya da sararmış sayfalarda anılan yeniden canlanan söylenleri: atalarımızın eylem ve davranışlarını, yapılış ya da ilk almışlarından bu yana konutlarımızın tarihini seve seve baştan alırız.” (Lévi-Strauss 1984: 254)

Lévi-Strauss, Churingalar aracılığıyla yaptığı tespitte Durkheim'ı eleştirmektedir. “Öyleyse churinga'larm kutsal bir nitelik taşımalarının nedenini Durkheim gibi uzaklarda aramaya gerek yok: yabanıl bir görenek görünüşteki tuhaflığına karşın (ya da tuhaflığı nedeniyle) bizi büyülüyorsa, bize bildik bir görüntüyü biçimleri değiştiren bir ayna gibi sunduğu, bizim de, daha onu tanıyamasak bile, böyle olduğunu bulanık bir biçimde sezdiğimiz içindir. ... Öte yandan, Durkheim'in kendi eğilimi uyarınca, churinga yorumunun benimsediği temel savlardan birini: totemciliğin «amblem» niteliğini doğrulaması gerekirdi. Churinga'lar Aranda'ların tanıdığı en kutsal nesneler olduğundan, «gösterilen» totemin gerçek totemden daha kutsal olduğunu kanıtlamak için, bu niteliği totemin «amblem»sel betimiyle açıklamak kaçınılmaz olur. Ama, daha önce de söylediğimiz gibi, gerçek totem yoktur: bireysel hayvan gösteren işlevi görür, kutsal nitelikse, ona ya da «görüntüsel gösterge»sine değil, ayrım gözetilmeksizin yerini tuttukları gösterilene bağlanır. Son olarak, bir belge sırf saygın bir damga, örneğin Archives Nationales damgası taşıdığı için kutsal olmaz; önce kutsal diye benimsendiği için bu damgayı taşır,- bu damga olmasa da kutsal kalırdı.”

Lévi-Strauss bu konuyu şu şekilde devam ederek iyice netleştirmektedir. “Durkheim'in gene öncekine bağladığı bir başka yoruma uyularak churinga'nın atanın bedeni olduğu da söylenemez. ... Öte yandan, arşivlerin de bizim en değerli, en kutsal zenginliklerimizi oluşturmasına karşın, tıpkı Aranda'ların yaptığı gibi, bu gömüleri geçici olarak yabancı topluluklara bıraktığımız olur. Biz XIV. Louis'nin vasiyetnamesini Birleşik Devletler'e yollarsak, ya da onlar Bağımsızlık Bildirisi ya da Özgürlük Çanı'nı geçici olarak bize verirlerse, bu davranış, Aranda bilgi vericisinin deyimiyle, bir kanıt oluşturur:

«...komşularımızla barış içindeyiz: çünkü bizim tjurunga'larımızı saklayan, kendi tjurunga'larını da bizim özenimize bırakmış olan insanlarla ne kavga edebilir, ne de uzlaşmazlığa düşebiliriz.» (T.G.H. Strehlow, s. 161.)” (Lévi-Strauss 1984: 257)

“Ama arşivlerimize neden bu kadar değer veririz? Bağlandıkları olaylar bağımsız olarak, başka binlerce biçimde doğrulanabilir: bugünümüzde ve kitaplarımızda yaşarlar; kendi başlarına ele alındıkları zaman, tümüyle tarihsel yankılarından ve kendilerini başka olaylara bağlayarak açıklayan yorumlardan gelen bir anlamdan yoksundurlar. Durkheim'ın bir kanıtını azıcık değiştirerek, arşivler için de şöyle diyebiliriz: ne de olsa birer kâğıt parçasıdır bunlar. Hepsi de yayımlandıktan sonra, büyük bir yıkım gerçek parçaları yokedecek olsa, bilgimizde ve durumumuzda hiçbir değişiklik olmaz. Bununla birlikte, bizi canevimizden yaralayan, düzeltilmesi olanaksız bir zarar gibi algılarız bu yitiği. Nedensiz de değildir bu: churinga'lara ilişkin yorumumuz doğruysa, kutsal nitelikleri artsüremseİ anlamlama işlevlerinden gelir, bu işlevi, sınıflandırıcı olması nedeniyle, tüm olarak, süreyi bile varlığına katmayı başaran bir eşsüremlilik üzerine yayılmış bir dizgede, yalnız bunlar sağlarlar. ... Aynı biçimde, biz de arşivlerimizi yitirmiş olsaydık, geçmişimiz yok olmazdı bu yüzden, ama artsüremsel tadı diye adlandırabileceğimiz şeyden yoksun kalırdı. Gene geçmiş olarak varolurdu; ama hepsi de çağdaş ya da yakın geçmişten kalma resimlerde, kitaplarda, kurumlarda, hatta bir durumda saklanırdı yalnızca.” (Lévi-Strauss 2002: 283)

“Arşivlerin erdemi bizi salt tarihsellikle bağıntıya sokmalarıdır. Daha önce totemsel adlandırmaların köken söylenleri konusunda söylediğimiz gibi, değerleri anılan olayların özünlü anlamından gelmez: birkaç satırlık bir elyazısı ya da bağlamsız bir imza söz konusuysa, olaylar çok önemsiz olabilir, hatta olay diye diye bir şey de bulunmayabilir. Ama bu sanatçının üç ölçüsünü işitir işitmez yüreği çarpmaya başlayan bir kişi için Jean - Sebastian Bach'ın imzası ne büyük bir değer taşır! Olayların kendilerine gelince, bunların gerçek belgelere başvurulmadan da ortaya konulduğunu, üstelik genellikle daha iyi ortaya konulduğunu söyledik. Öyleyse arşivler başka şey getirir bize: bir yandan olayı temel olumsallığı içinde kurar (çünkü ancak kendi dışında kalan yorumla mantıksal olarak temellendirilebilir), bir yandan da tarihe somut bir varlık kazandırırlar, çünkü geride kalmış bir geçmişle bu geçmişin içinde yaşadığı bir bugün arasındaki çelişki ancak onlarda aşılır. Arşivler olaysallığın cisimleşmiş varlığıdır.” (Lévi-Strauss 1984: 258)

Görüldüğü gibi Lévi-Strauss insanın zaman ya da kültür farklarını hiç görmeden aynılıklarını vurgulamaktadır. Farklı gibi görünen kültürel fenomenlerin eş bilişsel kökenlerini yakalamaya çalışmaktadır. Lévi-Strauss, “ilkel”lerin yaşamlarındaki doğum, ölüm, evlenme gibi önemli olgulara ait hazırladıkları churingaların, bizim gibi “ilkel”lerdeki arşivleme geleneğiyle aynılığını ve hatta böylelikle “insan”ın nasıl düşündüğünü, nelere bağlı olarak düşündüğünü sorgulayan bir ruhbilimci gibi davranmaktadır. Etnografik veriler Lévi-Strauss için çoğunlukla araçtır.




Sartre Eleştirisi



Lévi-Strauss'un aynı eserde bir diğer eleştirisi, yüzyılın en önemli filozoflarından biri olarak anılan Sartre'a doğru yönelmektedir. Jean-Paul Sartre, “Critique de la raison dialectique adlı yapıtında, insanı eytişimle, eytişimi de tarihle tanımladıktan sonra, nerdeyse iki ayrı eytişim biçiminin varlığını kesinlemeye yönelir. Bunlardan birincisi tarihsel toplumlara özgü olan 'gerçek' eytişim, ikincisiyse ilkel denilen toplumlara özgü olan ve aşağı yukarı dirimsel düzlemde yer alan 'yineleyici' eytişimdir.” (akt Yücel 2005: 105) Yücel'e göre; “hiç kuşkusuz, böyle bir ayrım yapmak tarih içinde ve günümüzde insanlığın büyük bir bölümünün gerçek düşünceden yoksun olduğunu kesinlemekle birdir. Ama Sartre, bunu gizlemek şöyle dursun, ayrımını geçersiz kılan kanıtları çürütmeye çalışır: toplumunun evlilik kurallarını ve akrabalık dizgesini soruşturmacıya kum üstünde çizgelerle açıklayan 'yerli'nin karmaşık bilgisi ve çözümleme ustalığı karşısında, "Bu kurmanın bir düşünce olmadığını söylemek bile gerekmez: dile getirmediği bir bileşimsel bilgi denetiminde gerçekleştirilen bir el işidir bu," diye kesip atar. (Yücel 2005: 65) Yücel bu duruma şu soruyu sorar. “Gerçekten böyle midir durum, ilkel denilen insanların düşünme, yorumlama, sınıflandırma biçimleri de ilkel midir, yoksa Sartre da, nice benzeri gibi, bir düşünce cambazlığıyla, Batı'nın yüzyıllar ötesinden gelen bir önyargısını en uç noktalarına dek götürerek bir kez daha doğrulamaya mı çalışmaktadır?” (Yücel 2005: 105-6) Lévi-Strauss ise Sartre'a şöyle yanıt vermektedir. “diyelim ki öyledir, ama o zaman karatahtada bir kanıtlama yapan bir Ecole Polytechnique profesörü için de aynı şeyi söylemek gerekir, çünkü eytişimsel anlama yeteneği bulunan her budunbilimci, durumun her iki örnekte de aynı olduğuna içtenlikle inanır. Bu durumda da her usun eytişimsel olduğunu benimsemek kaçınılmaz olur; eytişimsel usu ilerleyen bir çözümleyici us olarak gördüğümüze göre, biz kendi payımıza bunu benimsemeye hazırız; ama, o zaman, Sartre'ın girişiminin temelini oluşturan iki us ayrımı havada kalacaktır.” (Lévi-Strauss 2002: 295)

Lévi-Strauss; "İnsanın doğadan koparılması ve üstün, egemen varlık durumuna getirilmesiyle başlanmıştır işe; böylece en yadsınmaz özelliğinin, yani canlı varlık niteliğinin silinebileceği sanılmıştır. Bu ortak nitelik görülmezlikten gelinerek her türlü aşırılığa olanak sağlanmıştır. Batılı insan, özellikle tarihinin son dört yüzyılında, insansallıkla hayvansallığı birbirinden kesinlikle ayırmayı bir hak olarak benimsemekle, birinden aldığı her şeyi ötekine vermekle, uğursuz bir dönemi başlattığını, durmamacasına daraltılan bu sınırın insanları da birbirinden uzaklaştırmaya ve gittikçe daha sınırlı bir azınlık yararına, bir insanlık ayrıcalığı istemeye yarayacağını, bu insanlığınsa, ilkesini ve kavramını özsaygıdan aldığı için, daha doğar doğmaz çürüyeceğini anlayamamıştır." der. (akt Yücel 2002: 104-5)

Lévi-Strauss'a göre “bir fizik bilimi kurmak isteyen Descartes, İnsan'ı Toplum'dan koparıyordu. Bir insanbilim kurmak savında olan Sartre'sa, kendi toplumunu başka toplumlardan koparıyor.” ( Lévi-Strauss 2002: 293) Ancak bu durum yeni değildir. “Çağdaş filozoflar arasında, tarihe öbür insan bilimlerinden daha üstün bir yer veren ve onu nerdeyse gizemsel bir kavram durumuna getiren tek filozof Sartre değil kuşkusuz. Budunbilimci, tarihe saygı gösterir, ama ona ayrıcalıklı bir değer vermez. Kendi araştırmasını bütünleyen bir araştırma olarak düşünür onu: insan toplumlarının yelpazesini biri zaman içinde açar, öbürü uzam içinde.” (Lévi-Strauss 2002:299) Lévi-Strauss ise “insan”ı Hüzünlü Dönencelerde, oldukça hüzünlü bir biçimde anlattığı Nambikwara toplumunda bulmuştur. Bölüm sonunda şöyle söylemektedir. "En yalın biçimiyle bir toplum aramıştım. Nambikwara toplumu o kadar yalındı ki, orada sadece insanları buldum." (Lévi-Strauss 2004: 332)




Sonuç


Lévi-Strauss'ta yapı, dilbilimde olduğu gibi eşsüremlilik/artsüremlilik, dizi/dizim, dil/söz, gösteren/gösterilen, biçim/içerik türünden temel karşıtlıklarla ilerleyip derinleştirilmektedir. En temel zıtlık ise doğa/kültür karşıtlığıdır. (Lévi-Strauss 2002: 147) Sınıflandırma dizgelerini ise birer ağaç biçiminde temsil etmeye meyillidir. Hatta bu ağacın gelişimi de dönüşümü çok güzel örneklendirmektedir. (Lévi-Strauss 2002: 194)

“Lévi-Strauss, en tanınmış eseri olan The Savage Mind'da (Yaban Düşünce) uygar ve ilkel insanların zihin kapasiteleri arasında anlamlı farklılıkların olmadığını iddia eder. Daha doğrusu şunu tartışır: Birçok yazısız toplum, Batı biliminde yararlı bulunan soyut niteliklerden (çokluk, sıklık, hız vs.) ziyade, kategorilerin oluşturulmasında ve mantıki işlemlerin yapılmasında nesne ve organizmaların duyumsanan nitelikleri (büyüklük, renk, koku ve benzeri) çerçevesinde bir “düşünme tarz”ını kullanırlar. Lévi-Strauss'a göre, bu tarzın kullanımı, ayırt edemeyen (confused) düşüncenin kanıtı değildir. Büyü ve mitsel düşünce, biliminki kadar dikkatli bir mantığa sahiptir ve bunlar “tam ve kapsamlı bir belirleyiciliğe” dayanır. Mitsel düşüncenin başarıyla yaptıkları da takdir edilir: Çömlekçilik, dokumacılık, tarım ve hayvan evcilleştirimi, “gerçekten bilimsel bir tutum, sürekli ve her zaman uyanık bir merak ve sırf bir bilme arzusunu gerektirir.” (Bock 2001: 324)

Yapısalcılığın geleceğini ise şaşırtıcı biçimde şöyle hayal etmektedir. “Bilgilerimiz arttığı ölçüde, bütünlük görüntüsü bulanıklaşır, çünkü sezgisel yöntemleri felce uğratır: belirtilmesi için üç dört boyutu aşan bir bağdaşık bütün gerekince, bir dizge tasarlayamaz oluruz. Ama günün birinde Avustralya toplumlarına ilişkin bütün bilgilerin delikli kartlara aktarılabileceğini ve bir bilgisayar yardımıyla teknik, ekonomik, toplumsal ve dinsel yapıların oluşturduğu bütünün çok geniş bir dönüşümler öbeğine benzediğinin kanıtlanabileceğini düşlemek de yasak değil.” (Lévi-Strauss 2002: 116)


Kuramsal açıdan Lévi-Strauss'un düşüncesi kendi anlatımıyla şu bölgededir. “ilkel uygulama ve inançlar, kimi zaman Frazer'ın savunduğu gibi kökten saçma bulundu, kimi zaman da Malinowski'nin yaptığı gibi, yanıltıcı bir biçimde, sözde bir sağduyunun kesinlikleriyle geçerli kılınmak istendi, ama ikisi arasında bütün bir bilim ve bütün bir felsefe için bol bol yer var.” (Lévi-Strauss 2002: 99)


Lévi-Strauss'un beslendiği kuramsal kaynakları belirlemek oldukça güçtür. Nitekim Lévi-Strauss öncülsüz başlı başına bir kuram gibidir. Ancak başta da belirtildiği gibi Saussure ve dilbilim ekolü onun için en önemli kuramsal çerçevedir. Tahsin Yücel'in belirttiğine göre Marx, Freud ve Rousseau her zaman yararlandığı yazarlardır. (Lévi-Strauss “introduction” 2002:12) Ayrıca ilginçtir ki yapısalcılık herhangi bir ideolojiden yoksun olarak anılmakla6 birlikte Lévi-Strauss bir marksisttir. Ona göre Marx, kalın çizgileriyle üst yapıları ele almış, kendisi ise sağlamış olduğu budunbilim verilerini, -bu üst yapı ile uğraşacak kişilere bırakmak üzere- tarihe sunmaktadır. (Lévi-Strauss 2002: 164) Keza sonrasında Althusser 1960 yılında yapılan ATÜT konferansında Lévi-Strauss ile Marx'ı özdeşleştirir. Althusser'e göre Marx Capital'de, Kapitalizmi tahlil etmek için yapısal inceleme yapmakta, derin yapıları incelemektedir. O'na göre Marx'ta üretim tarzı, yapıdır. (Özbudun 2009) Görünen o ki Lévi-Strauss bilimsel camiada yalnızca kendisinden sonrasını değil, kendisinden önceki tarihi bile değiştirebilecek bir paradigma geliştirmiştir.

Bir ilginç anektodu ise Olivier Abel bildirmektedir. Abel'e göre “Lévi-Strauss'un insanlık meselesine -moda bir terim olmadan önce- “ekolojik” bir yaklaşımı olduğu söylenebilir. Onun önerdiği hümanizm, “insanı doğanın efendisi haline getirip, kendinden sonra geleceklerin en açık ihtiyaç ve çıkarlarını göz önünde bulundurmadan doğayı talan ettirmek yerine, (...) ona doğada makul bir yer verir”. ( Lévi-Strauss “introduction” 1997:10)








KAYNAKLAR


BOCK, Philip K. İnsan Davranışının Kültürel Temelleri, (Çev. Serpil Altuntek), Ankara, İmge Kitabevi Yayınları, 2001

FOUCAULT, Michel. Bilginin Arkeolojisi, (çev. Mehmet Ali Kılıçbay), İstanbul, İmge Yayınları, 1999

KUHN, Thomas S. Bilimsel Devrimlerin Yapısı, (çev. Nilüfer Kuyaş), İstanbul, Alan Yayıncılık, 1995

LÉVİ-STRAUSS, Claude. Hüzünlü Dönenceler, (çev. Ömer Bozkurt), İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2004

LÉVİ-STRAUSS, Claude. Yaban Düşünce, (çev. Tahsin Yücel), İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2002

LÉVİ-STRAUSS, Claude. Yaban Düşünce. (çev. Tahsin Yücel), İstanbul, Hürriyet Vakfı Yayınları, 1984

LÉVİ-STRAUSS, Claude. Irk, Tarih ve Kültür, (çev. Haldun Bayrı, Reha Erdem, Arzu Oyacıoğlu, Işık Ergüden), İstanbul, Metis yayınları, 1997

ÖZBUDUN, Sibel. Antropolojik Düşünce Tarihi Ders Notları, 2009

SAUSSURE, Ferdinand De. Genel Dilbilim Dersleri, (çev. Berke Vardar), İstanbul, Multilingual Yay., 1998

YÜCEL, Tahsin. Yapısalcılık, İstanbul, Can Yayınları, 2005

YÜKSEL, Ayşegül. Yapısalcılık ve Bir Uygulama – Melih Cevdet Anday Tiyatrosu Üstüne, İstanbul, Yazko, 1981

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder